Japonya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Japonya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2012 Cuma

Japon Sineması

Dünya sinemaları içinde çok özel bir yere sahip olan “Japon sineması” nedendir bilinmez sadece Akira Kurosawa ile anılıyor... Oysa Japonya sineması, büyük usta kurosawa’dan başka daha nice ustalar, nice önemli filmler kazandırmıştır dünya sinemasına.
Son yıllarda batının birçok film’i özgün Japon sinemasından alıntıdır. Özellikle korku türünde başarılı senaryolara imza atan Japon senaristler Hollywood’un birçok yapımına ilham kaynağı olmuştur.
Akira kurosawa gibi dev bir ustaya sahip bu ülke sineması şimdilerde özellikle korku ve gerilim filmleriyle yükselip zirvede yerini almış durumda. Hideo Nakata , Takeshi Miike , Takeshi Kitano gibi yaratıcı yönetmenler korku sinemasının klasik ögelerini kendi zengin kültürleriyle geliştirip ortaya mükemmel yapıtlar çıkarıyor.


Önemli Yönetmenler ve Filmografileri
Anno, Hideaki – IMDB
Fujita, Toshiya – IMDB
Fukasaku, Kinji – IMDB / MidnightEye
Imamura, Shohei – IMDB / Senses Of Cinema
Inagaki, Hiroshi – IMDB
Ito, Shunya – IMDB
Kitano, Takeshi – IMDB / Senses Of Cinema
Kobayashi, Masaki- IMDB
Kurosawa, Akira – IMDB / Senses Of Cinema
Kurosawa, Kiyoshi – IMDB
Misumi, Kenji – IMDB
Miike, Takashi – IMDB
Mizoguchi, Kenji – IMDB / Senses Of Cinema
Oshima, Nagisa – IMDB / Senses Of Cinema
Ozu, Yasujiro – IMDB / MidnightEye / Senses Of Cinema
Shimizu, Hiroshi – IMDB / MidnightEye
Suzuki, Seijun – IMDB
Teshigahara, Hiroshi – IMDB / Senses Of Cinema
Tsukamoto, Shinya – IMDB
Yamada, Yoji – IMDB
Miyazaki, Hayao – IMDB
Oshii, Mamoru – IMDB
Ôtomo, Katsuhiro – IMDB
Takahata, Isao – IMDB
Watanabe, Shinichiro – IMDB
Ayrıca Anime konusunda en gelişmiş ülke olarak sinemaseverlerin karşısına çıkmaktadır. 
Bunlara ek olarak anime tarzında büyük bir hayran kitlesi yakalayan Death Note serisinin sinema versiyonunu uzakdoğu filmlerine merak salan izleyicilere özel olarak tavsiye ediyorum.
IMDB – 7.8/10
3 serilik bu yapım 36 bölümlük animenin film versiyonu olarak çekilmiş. İnanılmaz zekice hazırlanmış bir kurgusu var … 
Not: Japonlar erotik film konusunda kendilerini o kadar aşmışlardır ki sektörün anasını ağlatmışlardır.
Detaylı bilgi


19 Nisan 2012 Perşembe

Happy Together

Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilemiyorum...

Geçtiğimiz hafta izledim bu filmi.Çok uzun süredir, uzakdoğu klasörümde, izlenecekler arasında duruyordu.Kar Wai Wong'un yalnızca 2-3 filmini izlemiş biri olarak kendi kendime söz vermiştim önümüzdeki şu 2 hafta boyunca yönetmenin en çok yorum alan ve beğenilen filmlerini izleyeceğim diye.

Happy Together ile başladım.Öncesinde filme ait ne bir yorum okudum, ne bir sahne gördüm.Trailer bile izlemedim.Yalnızca puanına ve çok da basit olarak konusuna baktım.Önce filmin biraz konusuna değineyim sonra da bende yarattığı etkiye.


Orjinal ismi ''cheun gwong tsa sit'' olan Hong Kong'dan, Arjantin'e kadar uzanan bir hikayeyi anlatan bu film, 1997 yapımı buram buram old school görüntüler taşır.Ana karakterlerimiz Ho Po-wing ve Lai Yiu-fai eşcinsel bir çifttir.Hong Kong'dan Arjantin'e gelerek Buenos Aires'te yaşamaya başlarlar.Aslında amaçları Iguazu Şelalesine gitmektir.Aralarında bir takım sorunlar yaşayan çift, sürekli barışıp, ayrılırlar.Filmin başından itibaren bu durumu defalarca yaşıyoruz.Filmin sonunda ise ''Happy together'' 'ın ne anlama geldiğini anlıyoruz aslında.

Ho Po-wing aslında hep sorunu yaşatan kişi.Hani bazı ilişkiler çıkara ya da anlık hazlara bağlıdır ya.İşte  Ho Po-wing karakteri gerçekten böyle bir durumda bu ilişkide.Sürekli sorunlar çıkaran ama sonunda hiç bir şey yaşanmamış gibi ''yeniden başlayalım'' diyen taraf oluyor.Ama ilişkiye başladıktan sonra ise sorumsuzca davranmaya devam eden, sevdiğinin kıymetini de bilmeyen taraf.


Lai Yiu-fai ise ilişkiyi sahiplenen, gerçekten seven, sevdiği kişi ile zaman geçirmekten aldığı hazzı hiç bir şeyde bulamayan, adeta yavrusunu seven, besleyen, kollayan bir anne şefkati ile sevdiği adama bağlanmış bir karakter.Film boyunca Lai yiu'ya üzülüyorsunuz, onun bu ilişkide yaşanan sorunları hak etmediğini düşünüyorsunuz ama gerçekten gerçek hayatta olan ve bir çok insanın yaşadığı şeyleri gözümüze gözümüze sokan Kaw Wai Wong'un bu filmde anlattığı hikayede sizi en çok cezbedecek şeyi size söyleyeyim; Bu ilişkiyi sadece ''Eşcinsel'' kategorisinde değil normal bir ilişki gibi bize aktarmış olması.Yani nasıl desem hani bir çok eşcinsel temalı film vardır.Gay'lerin günlük hayatını, birbirlerini nasıl tavladıklarını irdeleyen ve direk ''seks'' teması ile öne çıkan.İşte bu tam tersi.Ve az çok başınızdan geçen bir ilişkide başınıza benzer şeyler gelmişse, bu film sizi mahvedebilir.


Seks dışında bir insana yemek yapmayı, beraber yemek yemeyi, saatlerce, hiç bir şey yapmadan, tek kelime etmeden anlaşabilmeyi, gözlerinin içine bakabilmeyi, beraber hayattan zevk almayı isteyen taraf Lai Yiu.

Mesela bazı sahneler var spoiler'a girebilir ama anlatmak istiyorum.Misal aşağıdaki sahne'de şöyle bir şey oluyor.Ho po-wing dayak yemiş ve şehirde sığınabileceği tek yer tabii ki Lai yiu-fai'nin yanı.Her ne kadar tekrar bu zorlu ilişkiye başlamak istemese de sevdiği için elinden bir şey gelmiyor ve yine onu kabul ediyor.Günlerce ona bakıyor, yemek yapıyor.Bu sahnede de elleri bandajlı olduğu için sigara içemiyor.Lai yiu sigarasını içerken onun da canının çektiğini görüyor ve sevdiği adamın dudaklarına götürüyor sigarayı.Ho po ise bir fırt alıp mutlu oluyor ve sevgilisinin omzuna yatıveriyor ve ardından Asto piazolla giriyor...


Aslında çok sahne var anlatılması gereken.Ben en iyisi susayım ve size bırakayım hikayeyi.

Film adeta dantel gibi tek tek işlenmiş.Müzikler, geçiş sahneleri, ışıklar, çekim mekanları, Lai yiu'nun sigara içişleri, bakışları, çaresizliğini ve aşkını anlatan sahneleri...

Ve '' Burada ikimiz olmalıydık'' sahnesi ile mükemmel bir film.



Sanırım en kısa zamanda filmi tekrar ve tekrar izleyeceğim.

9 Şubat 2012 Perşembe

Howl's Moving Castle

Miyazaki klasiği Howl's Moving Castle ile Anime bölümümüze devam edelim.

Howl'un Yürüyen Şatosu ile etrafta duyabileceğiniz bu anime ''Aşk'' üzerine :)

Spirited away kadar görselliği yok belki ama konusu itibari ile oldukça keyifli dakikalar geçirtecek bir anime.


Filmimiz şapka dükkanındaki Sofi adlı kız ile başlıyor.Kendi Dünyası'nda yaşayan Sofi, kendini güzel bulmayan, hayatı her gün rutin şekilde yaşayan bir genç kızdır.Bir gün Çarşı'da kendisine sarkıntılık eden askerlerden kendisini koruyan ''Howl'' ile tanışır.Howl ise çapkın ve bir o kadar da yakışıklıdır.İster istemez bu durumdan etkilenir ve Howl'a karşı bir şeyler hissetmeye başlar.

Aynı gece Şapka Dükkanına döndüğü zaman ise kendisini kötü bir sürpriz beklemektedir.Zamanında Howl'a aşık olan fakat bir türlü cevap alamayan Kötülükler Cadısı tarafından büyülenir Sofi.Birden 90 yaşında  bir ihtiyar olmuştur.Kötülükler Cadısı'nın ise Howl'a sofi aracılığı ile bir mesajı vardır.


Kimsenin kendisini bu halde görmesini istemediği Sofi,  kasabadan çok çok uzaklara başının çaresine bakmak üzere evi terkeder.Bu yolculukta karşılaşacağı ''Korkuluk'' sayesinde kendisini Howl'un yürüyen şatosunda temizlikçi olarak bulur.

Sophie bir yandan aşkı, masumiyeti, kötülüğü, fedakarlığın ne demek olduğunu tadacaktır.Bir yandan Şato'da bulunan ateş cini Calcifer ile birlikte büyülerinden kurtulmayı ilke edinirler, diğer yandan da büyücüler arasında süregelen savaşı durdurmaya ve bu savaşta Howl'a destek olmak için ellerinden geleni yaparlar.

Bu Masal'ın sonunda her şeyin ''sevgi' ile çözülmesi ise, pek sürpriz değil :)


Dediğim gibi bu biraz Masalsı bir anime.Bir Dünya'dan başka bir Dünya'ya, farklı yerlere durmadan yolculuk yapıyorsunuz Yürüyen Şato ile.

Filmin en güzel noktası Kötülüğe kötülük ile cevap vermemek.Anlayış ve sevgi ile sanırım her şeyin üstesinden gelinebileceğini söylüyor hikaye bizlere.

Miyazaki denilince de akla gelen ilk 3-4 animeden birisi Howl's Moving Castle.

Dip not; Howl kadar da yakışıklı bir karakter görmedim ben :)



İyi Seyirler.

7 Şubat 2012 Salı

Spirited Away (Ruhların Kaçışı)


Uzak doğu Dünyası'nda, bilhassa Japonya'dan çıkan animelerin güzelliğini bilmeyen yoktur.Anime deyince de belli başlı yönetmenler akla gelir ki bunlardan birisi de Japon yönetmen Hayao Miyazaki.

Miyazaki'nin yazdığı, yönettiği, katkıda bulunduğu eserlerin haddi hesabı yok.Açıkçası yıllar önce bir kaç animesini izlemiş olan ben, bu aralar tekrar bu şaheserleri izlemeye karar verdim  ve baştan aşağı Miyazaki koleksiyonuna gömüldüm.Tüm eserlere şuradan ulaşabilirsiniz; Hayao Miyazaki

Gelelim bu yazıda bahsedeceğimiz filme.


Orjinal adı ''Sen to Chihiro no Kamikakushi'' olan fakat camiada ''Spirited Away'' olarak bilinen bu 2001 yılı yapımı güzel animenin senaryosu ve de yönetmenliği Miyazaki'ye ait.

Kısaca filmden bahsedecek olursak, Ailesi ile yeni bir yerleşim yerine taşınıcak olan Chihiro babasının kestirme bir yol denemesi sonucu kendilerini terkedilmiş, bir zamanların gözdesi olan bir eğlence parkında bulurlar.Babası ve annesi burada gördükleri sihirli yemekleri yemeleri sonucunda domuza dönüşürler.Chihiro Anne ve Babasını kurtarmak amacı ile bu yerde kalabilme savaşı verir.Etrafında cadılar, hayaletler, daha önce hiç görmediği yaratıklar ve gizemli büyücüler vardır.


Chihiro burada kalabilmek için kendisini kabul ettirmek ve kendisine bir iş bulmak zorundadır.Ancak bu aşamadan sonra Anne ve Babasına yardımcı olabilir ve bu yerden kurtulabilir.Film boyunca Chihiro'ya gizemli kişilik Haku eşilik edecek ve bu yerden kurtulmasına yardımcı olacaktır.

Chihiro bir yandan yeni girmiş olduğu bu Dünya'yı  tanımaya, buradaki ruhlarla iyi geçinmeye, kendisine verilen işe alışmaya çalışacak, bir yandan da Anne ve Babasına ulaşmaya çalışacak ve onları bu Dünya'dan kurtarmaya çalışırken başından geçirdiği maceraları keyifle izleyeceksiniz.

Film boyunca Miyazaki'nin nasıl bir hayalgücüne sahip olduğuna şaşıracaksınız.Kendinizi yaratılmış olan karakterleri ve onlara yüklenmiş olan anlamları anlamaya çalışırken bulabilirsiniz.

Ayrıca bu tür filmlerde mantık aramayın, hayalgücünde mantık olmaz!


Ayrıca sevginin her kapıyı açacağı, her kötülükle baş edebileceğini, her şeyin üstesinden gelebileceğini film alt metin olarak veriyor.Aslında filmi iyi analiz etmek lazım.Değişmekte olan insanlığa, tahrip edilen Dünya'ya karşı güzel karakter analizleri yapılmış.

Kısacası Çizgi film diyerek geçmemek lazım.Masalsı, mükemmel bir hikaye işlenmiş derinlerde.

Dip not olarak Bu animasyon, Oscar kazanan ilk anime olarak tarihe geçmiştir.


İyi Seyirler :)

25 Mayıs 2011 Çarşamba

10 Adet Uzakdoğu Sinemasına Bir Bakış

Innocent Steps

Güney Kore’nin en iyi dans hocası olan karakterimiz, dans gösterisinin finalinde aynı zamanda gerçek hayatta eşi olan dans eşinin kendisini terk etmesinden sonra, yetmezmiş gibi komploya kurban giderek dizinden yaralanarak dans dünyasından ayrılıp sefilleri oynamaya başlamıştır. Çok ağır ruhsal travmalar geçirir ve hayatı alt üst olur. Öğretmenlik yaptığı dans okulunun sahibi bir gün Çin’den çok iyi bir dansçı getireceğini ve yarışmaya katılmasını söyler. Zoraki kabul eder. Çin’den güzel kızımız gelir. Ama anlaşılır ki, bu kız beklenen kız değildir, gelmesi beklenen kızın kız kardeşidir. Berbat şivesi yetmezmiş gibi, değil dans etmek; topuklu ayakkabı ile yürümekten bile acizdir. Olaylar birbirini kovalar ve üç aylık süre içerisinde yarışmaya katılması gereken bir dansçı yaratılması istenir kahramanımızdan. Sürükleyici bir konu, etkileyici dans kareografileri, her zamanki gibi rüyalarımıza girecek sevimlilikteki bir karakter ve aşkın bambaşka tarifini bizlere sunan ateşböcekleri.. Ateşböceği yumurtalarının büyüyüp ateşböceğine dönüşmelerini beklemek, aşkın kendine özgü acısı ve sabrını ifade eder aslında. Filmin nihayetinde ateşböceğinin, bir aşkın hikayesini epik bir havaya bürümesi etkileyici.

Invitation Only

Bir CEO’nun şoförlüğünü yapan kahramanımız, patronu tarafından özel bir davetiye yoluyla katılma imkanı olan özel bir partiye gönderilir. İş dünyasında adından söz ettiren ve önemli işler yapan şirketlerin önemli isimlerinin davet edildiği parti, bünyesine kattığı yeni üyelerin hayallerini hemen gerçekleştirmek gibi bir misyon edinmiştir. Kahramanımız da sevaplanır hayalin gerçekleşmesinden. Akabinde gerçekleşen olaylar ise şaşkınlık vericidir. Bu filmi baştan aşağıya izleyebilmek sağlam bir mide gerektiriyor..

Izo
Takashi Miike’nin belki de en anlaşılmaz, sinir bozucu ve sabır törpüsü filmidir. Film içeriğinde dünya tarihi, savaşlar, insan ırkının acımasızlığı ve kötülüğü, dinlerin etkisi, iyi ve kötünün savaşını anlatmak konusunda önemli mesajlar verse bile bunu kurguya dönüştürmesi, aksiyon görüntüleri, bazen geçmişte bazen gelecekte geçen zaman dalgalanmaları, 16. yüzyıldan 21.yüzyıla garip garip atlayışları derken sürrealist dokumaları anlaşılmaz dokunuşlar halini alıyor. Bana göre bu filmin bir numaralı yıldızı, film boyunca klasik gitarıyla muhteşem tınılar döktüren amcamızdır. Aslında önerilecek bir film değildir ama derin bir rahatsızlık, eziyet, absürdlük örneğine şahitlik etmek istiyorsanız göz atmanızda fayda var. “Bu ne yahu” deyip durdum filmi izlerken ama, izlemeyi düşünüp de hala izlemeyenler varsa ön izlenim olsun bu kısacık pasaj onlara.. Izocam berraklığı beklemeyin.

Neighbour No.13
Liseye giderken şerefsiz Akai ve arkadaşları tarafından sürekli iğrenç şakalara maruz kalan kahramanımız, bir gün aynı kavatların yüzüne asit dökmesi sebebiyle yüzü deforme olur. Aradan yıllar geçer. Şantiyede işçi olarak çalışan kahramanımız 13 numaralı dairede kalırken, şerefsiz Akai de aynı şantiyede ustabaşı olarak çalışmaktadır ve 23 numarada karısı ve çocuğuyla yaşamaktadır. Kahramanımız adeta şizofreniye bağlamıştır. Söz konusu şizofrenik durum sadece akıl sağlığı için değil, yüzünün şekli için de geçerlidir. İyiliğe bağlandığında bir sineği bile ezemez ve masum bir yüz şekline sahiptir. (Bkz. Afiş. İyi ve kötü yönüne atıfta bulunur.) Kötülüğe bağladığında ise tam bir gaddardır ve deforme olmuş suratıyla korku salar. Doğaüstü dokunuşlarıyla gizeme bağlayan film, inanılmaz bir intikam öyküsünden şaşırtıcı örneklemeler sergiliyor.

Memories Of Matsuko
Bana göre sinema tarihinin en muhteşem eserlerinden biridir. Dancer In The Dark, Amelie, Big Fish gibi filmlerin müptelası olan kişiler, bu filmin içeriğindeki yoğunluğa şahit olduklarında, hepsinden bir parça barındırdığını ve onların ötesinde bir saflıkla kaplı olduğunu göreceklerdir. Müzisyen olmak için Tokyo’ya kaçan ama başarılı olamayan kahramanımız, bir sabah uyanır uyanmaz baş ucunda babasını görür. Babası ona halasından bahseder. Acılı bir hayat yaşamıştır ve ölmüştür. Arkasında leş gibi ev bırakmıştır. Baba, oğlundan halasının evini temizlemesini ister. Kahramanımız halasının evini temizler ve akabinde onun hayatına dair her şeyi öğrenmeye başlar.

Matsuko’nun başından geçenlerin anlatıldığı film, resmen epik bir destan. Hayat, insanlar, sevdiği tüm insanlar darbelerini indirmiştir Matsuko’nun yüreğine. Ama o her seferinde sevmekten vazgeçmemiştir. Karşılıksız sevmiştir. Bir kamyon dolusu dayak yerken bile sevdiğine inanılmaz bağlanmıştır. Bu bir kadının hikayesi. İçinde bağlılık da var, yalnızlık ağıtı da. Bir hayat bir başkası için değiştirilmemelidir, birey olmak önemlidir ama Matsuko bunu bir türlü başaramamıştır. Koşulsuz sevmek ve her şeye rağmen affetmek Tanrı’ya özgüdür ama, Matsuko’nun hayatına göz attığınızda, onun yaratıcından ne eksiği olduğunu göreceksiniz. Muhteşem, muhteşem, muhteşem..Özellikle yüzü bir türlü gülmeyen babasını mutlu etmek için Matsuko’nun yaptığı bir mimik vardır ki, sırf babası mutlu olsun diye yıllar boyu o hareketi yapması ve bazen delilikle suçlanması muazzam bir andır. İşte o meşhur hareket:
Yatterman

Takashi Miike’nin çocuk filmi yaptığı pek görülmez ama yaparsa da ortaya fantastik, manyağa bağlamış, romantik, aksiyonların tavan yaptığı ve coşkulu bir eser çıkar. Film boyunca bir saniye dahi sıkılmazsınız ve filmin özünde iflah olmaz bir çocuksuluğun sinema perdesine yansıyışını görürsünüz. Miike gibi bir yönetmenin ne kadar görgüsüz olduğu malumunuz ama çocuksuluğundaki görgüsüzlük bir başka.

The Message (Feng Sheng)
Çin sinemasının muhteşem bir görsellik taşıdığı malumunuz. Çağlar öncesinin savaş filmlerini bize hangi perdeden ve çekim kalitesinden izlettiklerini biliyoruz. 1942 yılında Japonya tarafından işgal edilen Çin’de bir Japonya köpekliği söz konusudur ve bağımsızlığı kazanmak üzere yapılan her hamle Japon hükümetinin baskısıyla yalıtılmaya çalışılmaktadır. Çin’in önemli bir kurumunda çalışan dört kişi casusluk şüphesiyle göz altına alınırlar ve Usual Suspect tadında bir hikaye çıkar ortaya. Casus kim yahu diye aklımızı yerken muhteşem örülmüş bir hikaye bizleri esir alır. Hem de muazzam bir çekim tekniğiyle. Şiirsel bir film böyle olur. Adeta bir tablo tadında izlenen kareler böyle çekilir.

Bodyguards And Assassins
Bağımsızlık mücadeleleri ve faşizme başkaldırmak harika hikaye örgüleri sunar bize. Birçok toplumun ve ülkenin kendi içinde yaşadığı mihenk taşı dönemler vardır. Akabinde de dökülen kanlar sonucunda gelen devrimler. Peki Çin yeni bir cumhuriyeti nasıl kurmuştur? 1911’de Çin Devrimi ile Mançu hanedanlığının sona ermesini konu alan film, bir cumhuriyet kurmak isteyen Sun Yat Sen’in iktidarı ele geçirebilmesi için yandaşlarının nasıl çalıştığını, ne acılar çektiği ve ne kanlar döktüğünü tarihi dokunuşlarla anlatıyor. Filmin en güzel ve en vurucu tarafları, dikkatlice seçilmiş karakterler ve her karakterin etkileyici tavırlar ve fedakarlıklarıyla kalbimizi ısıtması. IP Man’den tanıdığımız Donnie Yen’in de rol aldığı film, muazzam dokunuşlara ve çok sürükleyici bir öyküye sahip. Bu bir dövüş filmi değil; fedakarlığın, özgürlük arayışının ve kanlı bir devrimin öyküsüdür. Zaten günümüz Çin Cumhuriyeti’nin kurucusu da Sun Yat Sen’dir. Film boyu bizlere sunulan özgürlükçü fikirlerin günümüz Çin dünyasında ne kadar farklı bir hal aldığı ilginç bir konu.

Tonari no Totoro (My Neighbour Totoro)
Ayı, hamster, baykuş, köstebek karışımı bir orman perisi bu kadar mı şirin olur? Bir Japon veledi bu kadar mı dişlenesi, yanağı sıkılası, döve döve sevilesi olur? Bilinmeyen bir film de değildir. İzlenme rekorları kırmış, muazzam bir animedir. Grave of the Firefly insanın ruhunu karartırken, minicik kalan yaşam sevincini elimizden alırken ve bizi dipsiz bir depresyon kuyusuna atarken, Tonari no Totoro başından sonuna kadar müthiş bir yaşam sevinci verir. Depresyon namına hiçbir şeyiniz kalmaz. Animenin içine girip sizin de rol kesesiniz gelir. Oradaki minik veledi ısırabilmek için her şeyimi verirdim. Bir film bu kadar neşeli, hayat dolu, müthiş etkileyici ve sevimli olabilir.

Totoro adı verilen devasa ama oldukça sevimli olan sadece çocuklara görülen bir orman perisiyle, annelerinin hastalığı nedeniyle üzüntülü olan iki küçük Japon çocuğunun başından geçenlerin anlatıldığı hikaye, bu iki kızın babalarıyla yeni bir köye taşınmalarıyla başlar. Öyle fantastik ve sevimli öğeler içerir ki “kedi otobüsü” gördüğümde, özellikle içindeki o rahatlığa şahitlik ettiğimde şok geçirmiştim. Miyazaki Hayao babanın bir çok anime filmi kusursuza yakındır. Hatta kusursuzdur. Spirited Away ve Princess Mononoke diğer bilindik eserleridir. Özellikle Princess Mononoke’deki orman perileri de beni benden almıştı. Muazzam sevimli karakterler yaratıyor Miyazaki baba.. Eğer canınız sıkılmışsa, depresyona girmişseniz ve yaşam sevincinizi kaybetmişseniz alın başa izleyin. Tekrar tekrar izleyin..

Gel de dişleme ulan!!! Baldırına baldırına geçireceksin dişlerini, bezini yesinler ulan bebiş :)



Zebraman
Yine Takashi Miike, yine muazzam eğlenceli bir film ve yine arıza bir hikaye örgüsü. Kendi içinde sıkışıp kalmış ve adeta bir ezik hayatı yaşayan, öğrencilerince iplenmeyen orta yaşlı bir öğretmenin süper kahraman haline dönüşünün anlatıldığı film, şu ana kadar izlediğim en eğlenceli ve komik süper kahraman filmiydi kesinlikle. Hikayeye gelince, yıllar önce TV dizisi olarak yayınlanan Zebraman isimli dizi, 13 bölüm yayınlandıktan sonra kaldırılır. Öğretmenimiz ise yıllardır Zebraman'i kendi içinde yaşatmış bir hayrandır. Sıradan hayat yaşayan, çocukları ve karısı tarafından adamdan sayılmayan adamımız, geceleri kapılarını kapatarak kendi diktirdiği Zebraman kostümüyle odasında saçma sapan hareketlerle takılmaktadır. Bir gün sınıfına gelen tekerlekli sandalyeye mahkum öğrencisiyle uzun muhabbetlere girer ve onun da Zebraman hayranı olduğunu öğrenir. Bu muhabbetler geliştikçe bir çok gizem ortaya çıkar. Olaylar gelişir. Japonya büyük bir tehditle karşı karşıyadır. Japonya'yı ve dünyayı uzaylılar istila etmiştir ve yıllar önce TV'de yayınlanan Zebraman senaryosunda olan her şey bir bir gerçekleşmeye başlar. Peki Japonya ve dünyayı kurtaracak olan Zebraman kim olacaktır? Tabii ki ezik öğretmenimiz. Bu filmde ABD'ye büyük bir taş atmaktadır Miike. Dünyayı her zaman siz mi kurtaracaksınız ulan deyyuslar. Ama Miike'nin dünyayı kurtarışı bir başka.

Filmin ana teması ise oldukça basit. İstersen, hayal ettiğin her şeyi elde edersin. Yeter ki hayal et ve peşinden koş..

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Kikujirô no natsu (1999)

İzleme ve indirme bağlantısı.

"Yaz gelmiştir ve küçük Masao’nun oyun oynayacak kimsesi yoktur etrafında. Kikujiro, saygısız, kalabalık ağızlı, küstah ve hep kolay para kazanmanın peşinde olan biri olarak sadece Masao için değil herkes için pek iyi bir arkadaş seçimi değil. Ancak Kikujiro bu 9 yaşındaki çocukla yakınlaşıyor ve onun hiç tanımadığı annesini aramasına yardımcı oluyor. Ve bazen hayatınızda nerede yanlış yaptığınızı günün birinde karşınıza çıkan bir çocuk gösterebiliyor. “Kikujiro” işte bunun hikayesi…"
"Kikujirô No Natsu” filmini July’ın tavsiyesiyle seyretmiştim ve Kitano’ya bir kez daha hayran kalmışlığı hatırlıyorum.
Filmimiz; Ağzı bozuk, küstah bir adam ve annesini görmek isteyen masum bir çocuğun yolculuğunu sade bir dille izleyicilere aktarıp kendilerine pay çıkarmak için kurgulanmış. Filmi izlerken Kikujiro mu çocuk yoksa Masa mu? diye sorar oldum kendime. Filmde başından itibaren öyle etkileyici bir müzik seçilmiş ki insan dinlemekten alıkoyamıyor kendini.(Joe Hisaishi ustalığı)

Kikujiro için diyebileceklerim;
kabadayı, aylak, sert biri olarak gözüksede Maso kadar çocuk olduğudur.
Maso için diyebileceklerim;
saf, akıllı sevecen bir çocuk.
Ah birde 3 tane arkadaşımız daha var bu yolculukta… Neredeyse unutuyordum onları :)
Bay iyi adam (yazar), ahtapot (kel) ve şişko.
Son olarak yazmak istediğim cümle; "Bu bir Takeshi Kitano filmidir."

28 Nisan 2011 Perşembe

Monday


Derin uykudasınız. Gözlerinizi aniden açıyorsunuz. Kendinizi oldukça yabancı bir yerde buluyorsunuz. Duvarlara, odaya, sağınıza ve solunuza bakıyorsunuz. Sizin odanız değildir burası. Bir otel odasındasınız. Buraya nasıl geldiğinizi hatırlamıyorsunuz. Ne işim var burada diye aklınızı yiyorsunuz. Hatırlamaya çalışırsınız. Zorlarsınız kendinizi. Ve hatıralar yavaş yavaş belirmeye başlar.

Bir cenaze merasimindesiniz. Tek tip kıyafetler. Aynı sessizlik. Aynı tavır ve duruşlar. Toplumun aynası koyulmuştur sanki karşımıza. Bakarız usul usul. Tek kelime bile edilmiyor. Tabut hemen önünüzde. Uzun süren bir sessizlik. Nihayet aralarında biri konuşur: “Bu ne kadar güzel bir resim! Su gibi!” Resmi görürsünüz. Ölünün resmini. Herkes hayran hayran bakar. Özellikle erkekler. Ölen kişi oldukça temiz suratlı ve kız gibi güzel bir erkektir. Erkeklerin benliğini sorgularsınız. Öyle hayranlıkla bakmaktadırlar ki, bir an seksüel durumlarını aynı cinselliğe yontmak istersiniz.

Ve aralarında biri tabutun yanlış durduğunu, başının kuzeye bakması gerektiğini söyler. Herkes el atarak tabutun yerini değiştirir. Ölünün başı artık kuzeye bakmaktadır. Bir telefon gelir. Doktorun birinden. Ölünün doktorundan. Ölünün kalp pili olduğunu ve yakılmadan önce kalbindeki kablolardan kırmızı olanının kesilmesi gerektiğini söyler. Cenaze ahalisi el atar olaya. Kalp bölgesindeki dikişler yavaşça sökülür. Kablolar açığa çıkar. İkisi de kırmızı olan kablolar. Hangisi daha kırmızıdır ve hangisi kesilmelidir? Kesilir biri. Ve ceset patlar. Dağılır o güzel beden.. O güzel yüz.. Erkekleri kendisine hayran bırakan o erkek yüz..

Tekrar otel odasındayız. Evet. Yavaş yavaş belirmeye başlamıştır anılar. Bu daracık odaya nasıl geldiğini anılar belirdikçe anlamaya başlayacaktır.

Sevgilisiyle buluşur. O gün kötü bir gündür. Bir ceset patlamıştır. Kabloyu kesen el ona aitti. Sevgiliye bu durum anlatılmak istenir. Sevgili oralı bile değildir. Sürekli keser lafını. Böler anlatmak istediği şeyleri. Boş konuşan ve karşıdakini dinlemeyen saygısızın teki bir sevgilidir. Konuşur da konuşur. Nihayetinde sen ne diyecektin der. Adam anlatmaya çalışır. Ama gülmekten doğru düzgün anlatamaz. Bugün gittiği cenazede cesedin patladığını anlatmaya çalışırken gülme krizine girer. Sevgili alıp başını gider.

Yine otel odasındasınız. Anılar iyice belirginleşmeye başlar. Terlemeye başlarsınız.

Bir bardasınız. İçiyorsunuz. Önünüzde misketimsi bilyeler. Kendi kendinize oynuyorsunuz. Yanınızda bir falcı. Hayat çizginize bakmak ister. Hayat çizginize bakarken deli gibi gülmeye başlar. Siz de onunla birlikte gülmeye başlarsınız. Hayat çizgisini anlatmak isteyen falcı, kelimeleri boca etmek ister ama girdiği gülme krizi engeller bunu. Bardaki herkes de sizinle birlikte gülmeye başlar. Nihayet birkaç kelam edebilir. “Muhteşem bir hatunla tanışacaksın. Beyaz renkler içinde.” Eliniz bilyeye çarpar. Barın uzun masası boyunca yavaş yavaş ilerlemeye başlar. Hiç kimse durdurmaz bilyeyi. Ta ki bilye masadan düşmek üzereyken kırmızı ojeli bir parmak onu durdurana kadar. Yüzünü görürsünüz. Beyazlar içerisinde harika bir hatun!

Otel odasında şaşkınlık içerisindesiniz. Devam eder hatıralar..

Barda tuvalete gidersiniz. Döndüğünüzde tuvalete gitmeden önce orada olmayan insan yığınını görürsünüz. Yakuza mafyası.. Şef seni gözüne kestirir. Erkek adamın içeceğini söyler ve içmeye başlarsınız. Beyazlı muhteşem hatun şefin yanındadır. Hatun sigarayı içki bardağına atar. İçinde sigaranın olduğu içkiyi bir çırpıda içer ve sigarayı da yersiniz. Şef bayılır size. Adamımsın der ve alır götürür seni mekanına.


Mekanında tüm kalabalık seni izlerken müzik eşliğinde çılgın gibi dans edersin. Tüm gözler sana kilitlenmiştir. Bir elinde içki şişesi, beyninde çılgınlık. Şefin yanındaki beyazlı hatunu şefin yanından alır, şehvetli bir dans tutturursunuz. Şef çılgınlar gibi alkışlar. “Adamımsın sen benim. Gel benimle,” der. O bunları derken kadının bedeninde oynaşmaktadır eliniz. Kadın kendinden geçmiştir ve şef oralı bile değildir.


Sıradan bir pazarlamacısınız. Çocuk oyuncakları pazarlamaktasınız. Şef sizi uyuşturucu satıcısı yapmak ister. Kabul etmezsiniz. Tartışırken dolaplardan biri açılır. Pompalı tüfek ile karşı karşıya kalırsınız. İşini bitirirsiniz oracıkta.

Otel odasındasınız. Gözlerinize inanamazsınız. Hayır olamaz bu dersiniz. Bunlar bir hayal, bu bir rüya dersiniz. Gazeteyi alırsınız elinize. Pazartesidir. Hangi ara bu kadar zaman geçmiştir. Televizyonu açarsınız. Ülke çalkalanmaktadır. Sizden bahsedilmektedir. Elinizde pompalı tüfekle bir çok can almışsınız. Aslında kötüleri bitirmiş, iyilere, masumlara yardımcı olmuşsunuz. Kimisi sizi adaletin dağıtıcısı olarak görmüş, kimisi bir katil.


Gerçek gücün nerede olduğuna dair değişmeyen bir gerçek vardır. Gerçek güç insanoğlunun içinde mi, yoksa eline aldığı silahta mı? Elinizde silah yokken herkes ezmiştir sizi. Size onca hakaret edilmiştir. Hiçbir şey söyleyememişsinizdir. Hakkınızı hiç koruyamamışsınızdır. Sessiz, kendi kabında, saftirik bir rol benimsemişsinizdir yıllar boyu. Ama sarhoş olup elinize silahı aldığınızda Mr. Hyde’a dönüşmüşken bulursunuz kendinizi.

Adaleti sağlayan nedir? Kanunlar mı, yoksa kanunların uygulanmasını sağlayan silahlar mı? Sizi adamdan saymayan çok güçlüler bile, sizi karşısında silah ile görünce tam bir yalakanız haline dönüşmüştür. İnsanları en karaktersiz ve yalaka hale büründüren şeylerden biri ölüm korkusu mudur? Yoksa daha çok yaşama isteği mi?

Hayatın kendisi bir kara komedi aslında. Elinden silahı attığında sevgiyi ve şefkati hatırlayan, ama eline silahı aldığında Mr. Hyde’a dönüşen bir toplum ve ruh hali.

Bence siz ne yapın ne edin, bunun görsel halini bir de Hiroyuki Tanaka’nın ‘Monday’ ( http://www.imdb.com/title/tt0239655/ ) isimli şaheserinde takip edin. Bir toplumun ne kadar kendinden geçebileceğini ve insanın olduğu her yerde muhakkak zaafların, hataların, kusurların olacağını görün. Sevgi oralarda bir yerlerdeyse asıl güç nerededir? Ya silahlar?

18 Nisan 2011 Pazartesi

The Ramen Girl


Hayatta karşımıza her zaman sorunlar çıkar. Bu hayata bir kere gelmişsek eğer; benliğimizi bulduğumuzda, ellerimiz cebimizde hayat basamaklarını çıkamayacağımızı deneyimlerimizle öğreniriz. Hayatın karşımıza çıkardığı sorunların bir son bulması mümkün değil. Hal böyle olunca insanoğlunun her türlü şartlara karşı göstereceği direnç ve sağlayacağı uyum devreye girer. Eğer insanın ruhunda inatçılık ve savaşçılık varsa, her ortama, her soruna direnç gösterir ve uyum sağlar. Ruhunda inatçılık ve savaşçılığın gram ağırlığı yoksa, hadi geçmiş olsun.

İnsanoğlu karşısına bir yol çıktığı zaman bunu nasıl karşılar? Durumun genel perspektifini çıkararak olayın tekniğini kapmaya mı çalışır, yoksa inat ettiği o işin ruhunu kapmaya mı? Görüntü ve teknik belki önemlidir ama o işin içinde yürekten gelen bir dokunuş, iç sesten gelen bir hamur yoksa ortaya çıkacak şey sıradan bir şeydir.

Sevgilisi yüzünden Japonya’ya giden Abby’nin başından geçenler o kadar kolay olmasa gerek. Sırf bir sevgili yüzünden tüm hayatını değiştirecek bir karar alarak Japonya’ya giderseniz ve sevgili daha birkaç ay olmadan Japonya’dan çıkıp giderse sap gibi kalırsınız bir anda ortada. Ya geri döneceksinizdir, ya yabancı bir ülkenin topraklarında yalnızlık tohumlarını yutkunursunuz gözyaşları içinde ya da bir gün balkonunuzdan bakarken, köhne bir Ramen lokantasının karanlık içindeki o çekici kırmızı ışıklarına ve sıcaklığına şahit olur ve oraya gitmek istersiniz. Gidersiniz de..


İnanılmaz bir sağanak yağmur yağarken Ramen lokantasına girersiniz. Kapatılmıştır aslında. Orta yaşı biraz geçkin karı koca işletmektedir orayı. Size Japonca kapalı olduklarını söylerler. Siz Japonca’nın J’sinden bile anlamamaktasınız. Gözyaşları içerisinde ne kadar yalnız olduğunuzdan, dertlerinizden bahsedersiniz. Söylediğiniz tek kelimeyi bile anlamazlar. Sizler de onların söylediği tek kelimeyi anlamazsınız. Neler söylendiği hiç anlaşılmasa bile bazen beden dili, gözyaşları, o masumiyet bir şeyler anlatır. Sizi deli sansalar bile! Önünüze bir tas ramen koyarlar.

Ramen.. Bir yemek. Makarnanın çorbalısı gibi bir şey. Domuz eti suyuna, soya sosuna veya tavuk eti suyuna yapılan ve bir çok malzeme eklenen makarna yemeği. Rameni silip süpürür kızımız. Hemen karşısındaki kedi heykeli el sallar ona. Gülümser. Gözyaşlarından eser kalmaz.

Ertesi gün tekrar gelir ve orada çalışmak ister. Ramen ustasının öğrencisi olmak istediğini söyler. Usta öyle çok çektirir ki! Başlangıçta ne kadar pis iş varsa yaptırır. Tuvaletten kapkacaklara kadar. Çok gaddar bir ustadır kıza karşı. Ama hepsinin bir nedeni vardır.


Filmin sıcaklıkla beni kavradığını, Brittany Murphy’nin oldukça sevimli oyunculuğuyla beni kendisine aşık ettiğini söylemeliyim. Film boyu usta ne kızın söylediklerinden bir şey anlar, ne de kız ustanın bir şey söylediğinden anlar. Bir taraf sürekli Japonca konuşur, diğer taraf İngilizce. Birbirimizin kelimelerini anlamasak bile sanki bir şeyleri hissederiz. Asıl anlatılmak istenen şeyin ne olduğunu, neleri anlamamız gerektiğini ve duygunun sesinin olduğu yere bakmamız gerektiğini.

Bir insanın güçsüz ve ağlak bir ruh haline sahipken, saçma sapan kararlar almışken, başlangıçta aptal gibi görünürken, savaşçı ve inatçı bir ruha bürünüp, kimsenin o güzelliğiyle tuvalet taşlarında dahi sürünmeyeceği bir ruh halinin her şeye göğüs gererek idealist bir yaşamın kollarına atıldığını görmek nasıl bir etkide bulunabilir iç dünyamıza? Devasa bir güzelliğe rağmen hiç burnu büyük davranmamak, çirkin ve sıradan insana bile büyük bir alçakgönüllülükle yaklaşmak, onlara bile sevgi vermek, koca bir kalbe sahip olmak içimizi sıcak tutan bir olgu.


Görüntüsüyle, o zamana kadar olan yaşantısıyla, başlangıçtaki yumuşaklığı ve ağlaklığıyla Japonya’nın ruh ve karakterine tamamen ters olan bir Amerikalı’nın özünde çok inatçı ve savaşçı bir ruh olarak ortaya çıkması, idealistliğinin peşinden koşturması sonucunda asıl mutluluğu ve huzuru yakalaması ve nihayetinde aslında tam bir Japon ruhuna sahip olduğunu kanıtlaması, insanoğlunun her ortama ayak uydurabileceğinin simgesi. Tabii ki inatçı ve savaşçı olmak koşuluyla..

Yıllar boyu nice Amerikalı'ya Japonlar tarafından Uzakdoğu sporları öğretildi filmlerde. Her seferinde bir intikam mücadelesi vardı. Klişe halini almış bir görüntü. Bu sefer yine bir Japon hoca, Amerikalı bir öğrenci. Ama konu dövüş değil. Ruhunu ortaya koyacağın, insanları tadıyla ağlatacağın bir yemek..

Bazılarına göre belki sıradan bir film, bazıları belki hoşlanmaz bile. Bu bakış açısıyla ilgili. Japon ruhuna karşı bir sevgim olduğu aşikar. Önemli olan hayata dair bir şeyler yakalayabilmek. O samimiyet ve alçakgönüllülük.. İçimizin sesini dinlemek. Bazen öfkeyi, bazen de inatçılığı yakalayabilmek.. Sonuna kadar inatçı olmak.

http://www.imdb.com/title/tt0806165/

Not: Brittany Murphy 20 Aralık 2009 tarihinde 32 yaşındayken kalbindeki rahatsızlık nedeniyle vefat eden bir sanatçı. 1970 doğumlu kocası Simon Monjack ile 1,5 yıl evli kalabilmişlerdi. Ölüm onları ayırmıştı. Ama Monjack de 6 ay sonra 23 Mayıs 2010'da vefat etti. Bu anlamda çok üzücü bir yaşam öyküsüdür Murphy - Monjack birlikteliği..

7 Nisan 2011 Perşembe

Crows Zero (Kurozu Zero)


Takashi Miike en çok sevdiğim yönetmenlerdendir ve neredeyse tüm filmlerinden büyük zevk almışımdır. Bana göre sadece Japon sinemasının değil, dünya sinema tarihinin en arıza ve dahi yönetmenlerinden biridir. Filmleri aşırı absürddür ve mantık sınırlarını zorlar. Bazen bir filmini izlerken alttan alttan derin mesajlar verir ama o mesajları alabilmek bizim için bazen zorlaşır. Eğer ki Japon toplumunun son zamanlardaki yozlaşmışlığını dikkatli bir şekilde takip etmişseniz, insanların birbirinin ağzını yüzünü kırdığı ve oldukça kanlı olan bir filmde bile derin mesajları alabilirsiniz.

Japon toplumundaki garip çözülmeyi bir Rockstar havasında aktaran yönetmen, tüketim denen canavarın dişlerine kapılmış toplumun nasıl her geçen gün insanlığından uzaklaştığını ve insanoğlunun absürd arzuları nedeniyle mantık sınırlarını zorlayan birçok işe el attığını çok iyi aktarmaktadır. Bijita Q (Visitor Q) isimli bir filmi izleseydiniz benliğinizi kaybedebilirdiniz. Ki bu film hayatım boyunca izlediğim en arıza filmlerden biridir. Ölü sevicilikten anneyi çatır çatır babanın gözü önünde dövünceye kadar absürdlüğün sınırlarında gezen çetrefilli yapısıyla açık bir televizyon kanalında gösterilmesi imkansızdır.


Yirmili yaşların ortalarına kadar profesyonel olarak motosiklet yarışlarıyla ilgilenen Miike, 3 yıla 23 tane filmi sığdırmayı başarmış bir azmantordur. Onun filmlerini izlerken tek tek karakterlere baktığınızda ya da konuyu sorgulamak istediğinizde net bir fikir edinemezsiniz. Elle tutulur yargılara varamazsınız. Ama kurguya, tematik ve görsel unsurlara, sinema sanatının kullanılışına ve hepsinin üzerine bina edilmiş bütünsel yapıya baktığınızda çarpılırsınız. Ichi the Killer gibi insan kalbinin kaldırabilmekte zorlanacağı bir filmi izleyen, Miike’nin genel tarzından bir şeyler bulabilir. Bazen inanılmaz sanatsal filmlere imza atarmış gibi görünürken, bazen yakuza üyelerinin birbirine girdiği, sokak çetelerinin Fight Club tarzında birbirine giriştiği, bol kavgalı, kırdılı, aşırı kanlı, acımasız tematik unsurların sınırlarında gezen filmleriyle şaşkınlık yaşarsınız.

Ama neden?

Şöyle der yönetmen: “Bir filmde en az bir sahnede üzerinizden kamyon geçmiş hissine kapılmıyorsanız o benim filmim değildir!”

İnce işlerin adamıdır ve işkence takıntısı olan bir ruhun hastalıklı bir tezahürüdür Miike. Film bittiğinde ise her türlü yoruma açık bulursunuz kendinizi.


2007’de birinci ve 2009’da ikinci serisi yayınlanmış olan Crows Zero isimli filmi ise tarzıyla beni duvara mıhladı desem, yeridir. Öncelikle öyle vurdulu kırdılı, dövüşlü filmleri pek sevmediğimi söylemeliyim. Ama ne hikmetse bu filmi izlerken her saniyesinden inanılmaz keyif aldım. Adeta bir animeden fırlamışçasına birbirinden karizmatik bir çok ön ve yan karakterin olduğu, acımasız ve oldukça profesyonel çekilmiş dövüş sahneleriyle, bu dövüş sahnelerini ve arka plandaki tematik unsurları muazzam bir görsellikle gözlerimize seren Miike, efsanesini devam ettirmişti. Bu filmler o kadar beğenildi ki, ısrarla serinin üçüncü bölümü bekleniyor.


Filmden basitçe bahsetmek gerekirse; bir yakuza patronunun oğlu olan Genji, babasından daha iyi olduğunu kanıtlamak ve ileride onun varisi olabilmek için Suzuran adı verilen oldukça belalı bir lisenin liderliğini ele geçirmek üzere bu liseye geçiş yapar. Bu lise bildiğimiz liselere hiç benzememektedir. Hocaları olmayan, çevresi ve sınıfları çöp yığınını andıran, tüm camları indirilmiş, adeta terkedilmiş bir fabrika havasına sahip, eğitimin ve hocaların olmadığı ve polislerin ayak basmaya tırstığı bir yerdir. Lisenin kendi içinde hep bir liderlik mücadelesi vardır. Genji, sırayla herkesi kendi tarafına çekmeye başlar. Bunlar olurken birbirinden amansız dövüşlerin haddi hesabı olmaz.

Film genelde daha çok kanlı dövüşleri içerse bile, özünde hayata dair ilginç anekdotlar sunuyor. Suzuran eğer hayatın kendisi, hayatın en çok mücadele edilmesi gereken yönü ise, oradan savaşarak lider çıkmak ve nihayetinde mezun olmak ise hayata dair zorlukların üstesinden gelmekle eşdeğer. Filmde bazen gözlerimize serpiştirilen yakuza patronlarının bile kendilerine ait sağlam prensipleri var. Bazen dostluğun önemini fark edersiniz. Arkadaşınız için acı çekersiniz. Hatta onun için ölümü bile göze alırsınız.


Suzuran’da geçen hayat zordur. Eğitim yoktur. Tamamen bir güç çatışması söz konusudur. Suzuran’dan mezun olan ise kendisini hayatın çok farklı bir noktasında bulur. İş adamından zengin bir insanoğluna kadar. Geriye serseriliğe dair hiçbir şey kalmamıştır. Bazen de sonuna kadar bu ruhu kanınızda taşırsınız. Yaşınızın iyice ilerlemesi bunu hiç değiştirmez. Tüm bu mücadelelerin sonucunda asıl ortaya çıkan kilit kelime ve hayat temel yapıtaşlarından biri özgürlük ve bir kuzgun, bir kuş gibi rahatça uçabilmektir. Filmin bir çok anına serpiştirilmiş canlı konser performansıyla kulaklarımıza sunulan şarkılar, etkileyici sözler ise bu filmi tam anlamıyla bir şaheser haline getiriyor.

Vahşi tarafta yaşayan arkadaşlarıma
Bir sözüm var.
Şu uzaklaştıkça titreyen ışık
Bir gün seni buradan dışarı çıkarabilir.

Un ufak olmuş bir ikindi kesişiminde
Kanatsız bir kuş sürüsü görüyorum
Ne olduklarının farkında olmadan
Hayatta kalmaya çalışıyorlar

Güneş kanatlarını yakmış
Uçamıyorlar bile.
Ama hepsinin bir sevdası var.
Uçmak ve uçmaya devam etmek istiyorum.

Kendi kendine yaşamanın anlamı ne?
Seni zapt eden bombadan kurtul.
Her mevsimle yeni bir keşif gelir.
Değişmek ve değişimi sürdürmek istiyorum.

Bu liriklerin özünü anlayanlar bu filmin derinliğini de fazlasıyla anlayacaklar. Bizler ve filmde olan karakterler, tüm dünyadaki insanoğlu bir kuş. Uçmak isteyen.. Uzaklara gitmek ve özgürlüğün tadını çıkarabilmek isteyen.. Filme göz atanlar, bu yoğun düşünce helezonlarının boyunduruğunda uzun süre kendilerinden geçerken bulacaklar kendilerini.


Güneşin battığı, sağanak yağmurların yağdığı, onlarca kişinin şemsiyeyi elinde taşıdığı, atletizm salonunun ateşe verildiği ve bunun gibi bir çok sahnede ortaya konan görsellik tek kelime ile muazzam. Kilitlenip kalıyorsunuz. Şu ana kadar izlediğim en etkili filmlerden biri oldu Crows Zero serileri. Miike’nin hiçbir filmini boş geçemem zaten. Çünkü adamın boş bir filmi yok gibi birşey!

Kurozu Zero I: http://www.imdb.com/title/tt1016290/
Kurozu Zero II: http://www.imdb.com/title/tt1232831/

6 Nisan 2011 Çarşamba

Goemon


Yıllardır Japonya ve Samuray tarihi, kültürü, felsefesi ile iç içe oldum. Uzun yıllar araştırmış ve 2002 yılı sonunda buna dair araştırmalarımı bir nevi kitap formatına indirgemiştim. Bu eserim başlangıçta 1000 sayfaya tekabül ederken oradan buradan kırparak 350 sayfaya indirmiş ve bazı yayınevleri bulmuştum. Sonrasında bazı problemler olmuş, iş ve ailevi hayat, şirkette her geçen gün yetkilerimin artması, ağır sorumluluklar derken bunca emeği kitaplaştırmak konusunda tam bir azimsizlik örneği sergilemiştim. Onca bilgi ve emek hala bir kenarda duruyor. Kitaplaştırma konusundaki tembelliğim had safhada.



Tüm bunlar yaşanırken “Goemon” beni görselliği ile birlikte, uzun yıllar araştırdığım bir konunun parçası olması nedeniyle etkiledi. Uzakdoğu filmlerinin kendine has görselliğini, müthiş renk kullanımını, usta bir şekilde çekilmiş aksiyon sahnelerini, muhteşem görsel manzaralarını az çok bilirsiniz. Bu güzellikleri Japonya ve samuray tarihinin gerçekliğiyle iç içe geçirdiğinizde haliyle benim gibi konu hakkında çok bilgisi olanların etkilenme katsayısı artıyor. Sizler için bahsi geçecek birçok isim çok yabancıyken ve isimleri hep aynıymış gibi görünürken, benim için her bir isim çok farklı şeyler anlatıyor. Çünkü birazdan adlarını tek tek geçeceğim tarihi kişiliklerin her birinin tek tek gerçek hayat öykülerini ayrıntılı bir şekilde biliyorum.

Öncelikle filmin senaryosu ya da konusu müthiş diyemem. Çok özel de diyemem. Bu anlamda etkilenebilirsiniz diyemem. Ama görsellik açısından etkilenmemek imkansız. Avatar gibi görselliklerin yanında bu filmdeki görsellikler daha fazla hoşuma gidiyor.


Film Japonya tarihinin kırılma anlarından birine karşılık gelen 1582 yılı ile giriş yapıyor. O dönemlerde geçiyor. Filmin asıl özelliği, o dönemde yaşamış en önemli Japonya tarihi karakterlerinin filmde yer alması. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini incelerken en paşa üç padişah kimdi diye sorulsa, verilecek cevap bellidir: Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman. Bu üç isim Osmanlı İmparatorluğu’nu ne kadar büyütmüş ve etkide bulunmuşsa Japonya feodal dönemine aynı anlamda damgasını vurmuş üç isimden bahsedebiliriz: Gaddarlığı ve otoritesi ile nam salmış Oda Nobunaga, tam bir politikacı olan ve Japonya’yı kendi döneminde birleştiren Toyotomi Hideyoshi ile oldukça ılıman bir politika benimseyerek yüzyıllar süren Japon iç savaşları dönemine son noktayı koyarak iki yüz yıllık barış dönemini getiren Tokugawa Ieyasu. Sengoku Ciday olarak isimlendirilen İç Savaşlar Dönemi’nin sonlandırılması o kadar da kolay değildi. Çünkü yüzyıllardır kendi içinde savaşan sayısız klanın varlığını, samuray ruhlarını ve akabinde tek bir çatı altında toplanabilmelerini kabul edebilmek, o dönemi çok iyi bilen kişiler için kolay değil.



Karakterler bu üç isimle sınırlı değil.

Japonya’ya çay töreni ve sanatını getiren Rikyu Sen, dönemin en önemli ninja eğiticilerinden biri olan Hattori Hanzo, Oda Nobunaga’yı öldürerek Japonya tarihini kökten değiştiren isimlerden biri olan Akechi Mitsuhide, Japonya tarihinin diğer önemli figürlerinden biri olan Mitsunari Ishida.

Bu karakterlerin hepsi filmde yer alıyor ve gerçek tarih örgüsü filmde bir nebze yerli yerine oturuyor. Hattori Hanzo şu Kill Bill’deki eleman değil mi, o hayal ürünü değil mi diye sorabilirsiniz. Kill Bill’de fantastik bir dokunuş vardı. Halbuki Hattori Hanzo Japonya tarihi için çok önemli olan, 1542 – 1596 yılları arasında yaşamış zamanın çok meşhur bir istihbarat ajanıdır. Tokugawa Ieyasu’nun hayatını kurtararak aslında 200 yıllık barış döneminin gizli kahramanıdır.

Japonya tarihini bilmeyenler için içerik üstü kapalı gelebilir. Ama konuya oldukça hakim olduğum, o dönem inanılmaz şeyler yaşandığı ve bunlar beni çok etkilediği için, o dönemin karakterlerine beyaz perdede abartılı bir görsellikle tanımlanmış bile olsa tanıklık etmek benim için hoş bir sürpriz oldu.



Filmin konusunu uzun uzun anlatmama gerek yok aslında. Akechi Mitsuhide suikastla Oda Nobunaga’yı öldürünce ipler Toyotomi Hideyoshi’nin eline geçer ve Tokugawa Ieyasu da arka planda sağlam hamlelerini yapmaktadır. Tıpkı gerçek Japonya tarihinde olduğu gibi. Ama Akechi’nin ilgili suikastının arka planında gizemli olaylar yatmaktadır. Çocukluk arkadaşlıkları ve çocukluk aşkları da işin tadı, tuzu, biberidir.

Goemon, sadece görselliğiyle bile ilginizi fazlasıyla çekebilecek bir filmdir. Birçok insan için görsellik anlamında belki Avatar rakipsiz olacaktır ama beni daha fazla etkileyen görsellikler ve renk kullanımı bu be kardeşim! Tıpkı Jet Li’nin Hero’sunda kullanılan müthiş görsel efekt ve renklerde olduğu gibi…

Filmin özünü anlayabilmek için Japonya’yı, tarihini, Japon toplumunun yüzyıllar boyunca yaşadığı acıları bilmek gerekiyor. Film aslında fantastik öğeleri barındırsa bile özünde gerçekliğin ta kendisini yansıtıyor. Bu gerçeklik şiirsel ve epik bir destan havasında yansıtılıyor.

Japonya yüzyıllar önce bitmek bilmeyen savaşlar, dökülen kanlar, veba, verem, salgın hastalıklar ve depremlerden dolayı her zaman ölüm ile iç içe olmuş ve ölüm ile kardeş olmuştur. İnsanlar çok acılar çekmiştir. O dönemin feodal beyleri (daimyo) sinsi planlarıyla klanlarını ön planda tutmak istemiş, politik bir çok oyunlarla suikastlara, cinliklere imza atıp durmuş. Yüzyıllar boyu ego çekişmelerinin acısı halktan çıkarılmış. Filmde verilen mesajlar günümüz dünyasına çok şey ifade edecektir. Göreceksiniz, dünyanın bir köşesinde, 15-16. yüzyılda dünyanın kendisinden bir haber olduğu ufak bir adasında yüzyıllar önce yaşananlar ve o insanların kaderi günümüz insanlarından pek farklı değil. Çekilen acılar evrensel!

Filmin final sahnesinde yaşananlar, Hideyoshi’nin ihanetinin iç yüzü, doymak bilmeyen ego ve kişisel hırslar, toplumlar üzerinde yaratacağı infialler nedeniyle oldukça evrensel. Aslında gerçek bir Japonya tarihi ama yaşananların özünden gelen bir!

Filmin sonunda donup kaldım, inanılmaz etkilendim. Çünkü verdiği her mesajı dibine kadar alıyor ve hissediyordum. Finalde kahramanımız Tokugawa Ieyasu'ya yemin etmesini söylüyor; bu savaşlara son vermesi, artık kan dökülmemesi, daha mutlu bir dünya kurulması için. Japonya savaşlar dönemine son veren bir isim olan ve 200 yılı bulacak olan özlenen barış dönemini getiren Ieyasu'ya bu sözü, isteği iletmek ustaca bir manevraydı. Oldukça etkileyici bir sahneydi ve dizlerimin bağı çözüldü.


http://www.imdb.com/title/tt1054122/