Fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2011 Perşembe

Monday


Derin uykudasınız. Gözlerinizi aniden açıyorsunuz. Kendinizi oldukça yabancı bir yerde buluyorsunuz. Duvarlara, odaya, sağınıza ve solunuza bakıyorsunuz. Sizin odanız değildir burası. Bir otel odasındasınız. Buraya nasıl geldiğinizi hatırlamıyorsunuz. Ne işim var burada diye aklınızı yiyorsunuz. Hatırlamaya çalışırsınız. Zorlarsınız kendinizi. Ve hatıralar yavaş yavaş belirmeye başlar.

Bir cenaze merasimindesiniz. Tek tip kıyafetler. Aynı sessizlik. Aynı tavır ve duruşlar. Toplumun aynası koyulmuştur sanki karşımıza. Bakarız usul usul. Tek kelime bile edilmiyor. Tabut hemen önünüzde. Uzun süren bir sessizlik. Nihayet aralarında biri konuşur: “Bu ne kadar güzel bir resim! Su gibi!” Resmi görürsünüz. Ölünün resmini. Herkes hayran hayran bakar. Özellikle erkekler. Ölen kişi oldukça temiz suratlı ve kız gibi güzel bir erkektir. Erkeklerin benliğini sorgularsınız. Öyle hayranlıkla bakmaktadırlar ki, bir an seksüel durumlarını aynı cinselliğe yontmak istersiniz.

Ve aralarında biri tabutun yanlış durduğunu, başının kuzeye bakması gerektiğini söyler. Herkes el atarak tabutun yerini değiştirir. Ölünün başı artık kuzeye bakmaktadır. Bir telefon gelir. Doktorun birinden. Ölünün doktorundan. Ölünün kalp pili olduğunu ve yakılmadan önce kalbindeki kablolardan kırmızı olanının kesilmesi gerektiğini söyler. Cenaze ahalisi el atar olaya. Kalp bölgesindeki dikişler yavaşça sökülür. Kablolar açığa çıkar. İkisi de kırmızı olan kablolar. Hangisi daha kırmızıdır ve hangisi kesilmelidir? Kesilir biri. Ve ceset patlar. Dağılır o güzel beden.. O güzel yüz.. Erkekleri kendisine hayran bırakan o erkek yüz..

Tekrar otel odasındayız. Evet. Yavaş yavaş belirmeye başlamıştır anılar. Bu daracık odaya nasıl geldiğini anılar belirdikçe anlamaya başlayacaktır.

Sevgilisiyle buluşur. O gün kötü bir gündür. Bir ceset patlamıştır. Kabloyu kesen el ona aitti. Sevgiliye bu durum anlatılmak istenir. Sevgili oralı bile değildir. Sürekli keser lafını. Böler anlatmak istediği şeyleri. Boş konuşan ve karşıdakini dinlemeyen saygısızın teki bir sevgilidir. Konuşur da konuşur. Nihayetinde sen ne diyecektin der. Adam anlatmaya çalışır. Ama gülmekten doğru düzgün anlatamaz. Bugün gittiği cenazede cesedin patladığını anlatmaya çalışırken gülme krizine girer. Sevgili alıp başını gider.

Yine otel odasındasınız. Anılar iyice belirginleşmeye başlar. Terlemeye başlarsınız.

Bir bardasınız. İçiyorsunuz. Önünüzde misketimsi bilyeler. Kendi kendinize oynuyorsunuz. Yanınızda bir falcı. Hayat çizginize bakmak ister. Hayat çizginize bakarken deli gibi gülmeye başlar. Siz de onunla birlikte gülmeye başlarsınız. Hayat çizgisini anlatmak isteyen falcı, kelimeleri boca etmek ister ama girdiği gülme krizi engeller bunu. Bardaki herkes de sizinle birlikte gülmeye başlar. Nihayet birkaç kelam edebilir. “Muhteşem bir hatunla tanışacaksın. Beyaz renkler içinde.” Eliniz bilyeye çarpar. Barın uzun masası boyunca yavaş yavaş ilerlemeye başlar. Hiç kimse durdurmaz bilyeyi. Ta ki bilye masadan düşmek üzereyken kırmızı ojeli bir parmak onu durdurana kadar. Yüzünü görürsünüz. Beyazlar içerisinde harika bir hatun!

Otel odasında şaşkınlık içerisindesiniz. Devam eder hatıralar..

Barda tuvalete gidersiniz. Döndüğünüzde tuvalete gitmeden önce orada olmayan insan yığınını görürsünüz. Yakuza mafyası.. Şef seni gözüne kestirir. Erkek adamın içeceğini söyler ve içmeye başlarsınız. Beyazlı muhteşem hatun şefin yanındadır. Hatun sigarayı içki bardağına atar. İçinde sigaranın olduğu içkiyi bir çırpıda içer ve sigarayı da yersiniz. Şef bayılır size. Adamımsın der ve alır götürür seni mekanına.


Mekanında tüm kalabalık seni izlerken müzik eşliğinde çılgın gibi dans edersin. Tüm gözler sana kilitlenmiştir. Bir elinde içki şişesi, beyninde çılgınlık. Şefin yanındaki beyazlı hatunu şefin yanından alır, şehvetli bir dans tutturursunuz. Şef çılgınlar gibi alkışlar. “Adamımsın sen benim. Gel benimle,” der. O bunları derken kadının bedeninde oynaşmaktadır eliniz. Kadın kendinden geçmiştir ve şef oralı bile değildir.


Sıradan bir pazarlamacısınız. Çocuk oyuncakları pazarlamaktasınız. Şef sizi uyuşturucu satıcısı yapmak ister. Kabul etmezsiniz. Tartışırken dolaplardan biri açılır. Pompalı tüfek ile karşı karşıya kalırsınız. İşini bitirirsiniz oracıkta.

Otel odasındasınız. Gözlerinize inanamazsınız. Hayır olamaz bu dersiniz. Bunlar bir hayal, bu bir rüya dersiniz. Gazeteyi alırsınız elinize. Pazartesidir. Hangi ara bu kadar zaman geçmiştir. Televizyonu açarsınız. Ülke çalkalanmaktadır. Sizden bahsedilmektedir. Elinizde pompalı tüfekle bir çok can almışsınız. Aslında kötüleri bitirmiş, iyilere, masumlara yardımcı olmuşsunuz. Kimisi sizi adaletin dağıtıcısı olarak görmüş, kimisi bir katil.


Gerçek gücün nerede olduğuna dair değişmeyen bir gerçek vardır. Gerçek güç insanoğlunun içinde mi, yoksa eline aldığı silahta mı? Elinizde silah yokken herkes ezmiştir sizi. Size onca hakaret edilmiştir. Hiçbir şey söyleyememişsinizdir. Hakkınızı hiç koruyamamışsınızdır. Sessiz, kendi kabında, saftirik bir rol benimsemişsinizdir yıllar boyu. Ama sarhoş olup elinize silahı aldığınızda Mr. Hyde’a dönüşmüşken bulursunuz kendinizi.

Adaleti sağlayan nedir? Kanunlar mı, yoksa kanunların uygulanmasını sağlayan silahlar mı? Sizi adamdan saymayan çok güçlüler bile, sizi karşısında silah ile görünce tam bir yalakanız haline dönüşmüştür. İnsanları en karaktersiz ve yalaka hale büründüren şeylerden biri ölüm korkusu mudur? Yoksa daha çok yaşama isteği mi?

Hayatın kendisi bir kara komedi aslında. Elinden silahı attığında sevgiyi ve şefkati hatırlayan, ama eline silahı aldığında Mr. Hyde’a dönüşen bir toplum ve ruh hali.

Bence siz ne yapın ne edin, bunun görsel halini bir de Hiroyuki Tanaka’nın ‘Monday’ ( http://www.imdb.com/title/tt0239655/ ) isimli şaheserinde takip edin. Bir toplumun ne kadar kendinden geçebileceğini ve insanın olduğu her yerde muhakkak zaafların, hataların, kusurların olacağını görün. Sevgi oralarda bir yerlerdeyse asıl güç nerededir? Ya silahlar?

11 Nisan 2011 Pazartesi

Secret Garden (Sikeurit Gadeun)

Eğilmiş, prensi alnından öpmüş.

Önce hançere, sonra prense bakmış

Birden kızın elindeki hançer titremeye başlamış.

Hançeri dalgalara fırlatmış.

Güneş ışınları denizi aydınlatıyorken

denizkızı kendini sulara bırakmış...

..ve denizkızı, denizdeki

su kabarcıklarından biri olmuş.

Küçük deniz kızı gökyüzüne

doğru çıkıp yok olmuş.

Hayat her yönüyle fena halde savaşa benzer. Mücadeleye benzer. Karun gibi zengin olsanız da, tek göz odada yaşayan fakir bir insan olsanız da bir çok problem yakanızı bırakmaz. Bazen hiçbir şey istediğiniz gibi olmaz. İnsanoğlu seçimleriyle yaşar. Önünüzdeki seçimlerden birini seçmeniz demek, diğer tüm seçenekleri öldürmeniz demek. Tek vuruşluk bir haktır bu ve bu yönüyle fena halde ‘golden shoot’a benzer. Tercih edilmeyen seçenekler için son vuruşu yapmışsınızdır. Duyumsadığınız sevgi ve aşk da bu problemlerden biridir. Karun gibi zengin olmanız, delicesine bağlandığınız fakir bir insana sorunsuz sahip olabilmenizi sağlamaz.

Lewis Carroll, Alice ve beyaz tavşan karakterini yarattığında, eserinin dünyaya damga vuracağını ve bir çok felsefi alanda didik didik incelenip, bir çok hayat sekmesinde öncü olarak dikkate alınacağını biliyor muydu, orası muammadır. 19. yüzyılda yaratılmış bir eser yıllarca irdelendi. Beyaz tavşanın peşinden koşturan nice insanoğlu oldu. Olaya basit gözle bakanlar için Alice bir çocuk karakteri, öykü de bir çocuk öyküsüdür. Ama gerçek öyle değildir. Bu öykünün içinde hayatın gizemleri yatar. Seçimlerimiz yatar.Neyi tercih ettiğimiz, hayatımızı nasıl yaşayacağımız, gerçek ile hayal gücü arasında dünyaya nasıl sarılacağımız söz konusudur. Bazılarımız için hayal gücü gerçeğin de ötesidir. Hatta gerçeğin ta kendisidir. Hayallerimizde yaşarız ve gerçekleri yaşayanlardan daha mutluyken buluruz kendimizi. Alice gibi hayallerinin peşinde koşanlar kendi tercihlerini yapmışlardır. İnsanüstü bir yaşam kuyusunun içine düşmüşlerdir.

Aşk hiç ama hiç kolay bir şey değildir. En zor savaşlardan biridir. Alice, Beyaz Tavşan’a nereye gideceğini sorduğunda, Beyaz Tavşan istediği yere gidebileceğini söylemişti. Alice bir türlü emin olamamıştı. Gideceği yer neresiydi? Nereye gitmeliydi? Beyaz Tavşan, bunu kendisinin seçmesi gerektiğini söylemiş ve hangi yolu seçerse seçsin yola devam edeceğini ve gitmesi gereken yere gideceğini söylemişti. Çünkü hangi yolu seçerseniz seçin, ulaşacağınız bir nokta vardır.

Ya da deniz kızı gibi su kabarcıkları arasında kaybolur gidersiniz. Bir hayatı yaşamak, bir aşkı yaşamak bazen denizkızı olmayı gerektirir. Hayatta var olmanıza rağmen aslında yok olmanızı gerektirir. Oradasınızdır ama yoksunuzdur.

Peki bunca kelamı neden ettim? Denizkızı’ndan girip neden Alice’den çıktık? Neden fantastik dünyalara yol aldık ve Denizkızı ile birlikte bilinmeze yol aldık?

Hepsi Secret Garden adı verilen, ölümcül bir Güney Kore dizisi yüzünden.. Kim Joo Won, harika görünüşlü fakat kibirli ve çocukça bir adamdır. Gil Ra-Im ise gözde aktrislerin bile kıskandığı, savaş sanatları bilgisi olan aksiyon filmlerinin dublörü olan bir kızdır. Kim Joo Won bir karun kadar zenginken, Gil Ra-Im tek göz odada yaşayan fakir bir kızdır. Bir gün yolları kesişir bu ikilinin ve hayatları o noktadan sonra eskisi gibi olmayacaktır. Bir savaş başlamıştır. Aşk savaşı ve mücadelesi.. Bir gün tuhaf bir eve girerler. Evdeki yaşlı kadın onlara içmeleri için likör ikram eder. Ertesi gün ikili uyandıklarında, bedenleri ve ruhlarının yer değiştiğini görürler.

Bu ikilinin yaşamları fantastik bir yolculuktur aslında. Aşklarını en güzel ifade edebilecek şey Denizkızı öyküsüdür. Sık sık okudukları “Alice Harikalar Diyarı’nda” eseriyle birbirlerine atıfta bulunurlar yaşamlarında. Bu öyle zor bir aşk öyküsüdür ki, birinin su kabarcıkları gibi patlayıp yok olması gerekebilir. Zor bir yaşam yaşaması gerekebilir. Bu iki harika öyküye atıfta bulunan dizi, bu muhteşem fantastik dokumalarını insanüstü yoğun ve duygusal müziklerle birleştirdiğinde şu an yaşadığınız hayattan kopup gittiğinizi görüyorsunuz. Aslında bu diziyi izleyenlerin her biri Alice’dir. Alice gibi kuyuya düşmüş ve hayallerinde yaşamaya başlamıştır. Bu diziye gömüldüğümde derin kuyuya düşüyor ve hayallerin içindeki gerçekliklere ulaşıyorum. İnanılmaz mutlu oluyorum. Vurucu sahnelerde hemen araya giren o müziklerle ise neye uğradığımı şaşırıyorum. Karakterler güldüğünde gülüyor, ağladığında ağlıyorum. Saflığın ve masumiyetin dokunuşlarını duyumsuyorum; alnımda, kalbimde ve beynimde. Dizinin çekildiği bazı mekanların cennet dokumaları tadında olması vurucu bir etkide bulunuyor. Tıpkı Alice’in yolunu kaybettiği orman gibi.. Hiç bitmesin istiyor insan. Bu öykü hiç bitmesin istiyor..

Dizinin müzikleri için sayfalar dolusu yazmak lazım. Bunca duygu yoğunluğunu bu kadar birebir kapsayan ve cuk diye oturan nadide şaheserleri yazabilmek insanüstü bir ruh hali olsa gerek. Hiç tarzım olmamasına rağmen bu müzikleri o sahnelerle izlediğimde gözyaşlarıma hakim olamadım.

20 bölümlük dizi, özellikle onlu bölümlere geldiğinde dayanılmaz bir ruha haline bürünüyor. O bölüme kadar sürekli gülen, eğlenen, kopan sizler, büyük bir duygusal fırtına ve hayaller dünyasında koşturmaya başlıyorsunuz. Kaldıramıyorsunuz. O yoğunluğu kaldıramıyorsunuz..

Güney Kore görsel sanatında ince bir nüans var. Büyük bir masumiyet ve saflık var. Müthiş bir oyunculuk var. Onlu bölümlere geldiğinde her bölümüyle “A Moment to Remember” tadını almaya başlıyorsunuz. Misal bu filmi dış mihraklar yapsa aynı etkiyi alamazsanız. Bu Güney Korelilerin DNA’sına nüfuz etmiş hastalıklı bir ruh hali olsa gerek. Bu DNA yapısı size evriliyor. Sanat denen şey budur diyorsunuz..

Kim Denizkızı olacaktır? Kim Joo Won mu, Gil Ra-Im mi?

Dizi boyunca iki ana karakterin birbirlerine atıfta bulunduğu ve aşklarını ifade ettikleri Denizkızı öyküsü nedir peki?

Denizkızının, su kabarcıklarından biri olup ölmemesi için ya prensin ya da denizkızının ölmesi gerekiyor. Büyücü bir hançer verip güneş doğmadan önce prensin kalbine saplamasını söyler: “Kanı senin ayaklarını ıslatınca tekrar denizkızı olabileceksin. Köpük haline gelmeden üç yüz yıl yaşayacaksın. Aman acele et! Gün doğmadan önce ikinizden birinin ölmesi gerek.”

Küçük deniz kızı prensi alnından öper. Önce hançere, sonra prense bakar. Kıyamaz. Derken vakit dolar. Birden kızın elindeki hançer titremeye başlar. Hançeri hızla, uzaklara, dalgalara doğru fırlatır.

Güneş ışınları dalgaları aydınlatıyordur. Vücudu hemen eriyiverir. Köpük haline gelir. Köpükler üzerindeki, minik baloncuklardan biridir artık. Bütün baloncuklar havada uçuşuyordur.

Küçük deniz kızı yükseğe, hep daha yükseğe çıkar. Köpükten ve diğer baloncuklardan uzaklaşır.

-“Nereye gideceğim şimdi?” diye sorar, kendi kendine.

-“Gök kızlarının yanına”, der baloncuklardan biri. “Gök kızlarının yanında üç yüz yıl insanlar için iyilik yapabilirsen tekrar insan olabilirsin.”

Gök kızlarının yanına doğru yükselirken doya doya ağlar. Prense son kez bakıp gülümser. Diğer baloncuklarla birlikte, geminin üstünden geçen bulutlara doğru hızla yükselip kaybolurlar.

Hayat gizemli bahçede kaybolmak gibi değil midir zaten? Bu dizi belki de dünyanın en iyi dramalarından biri. Beni Six Feet Under kadar yerin dibine gömmüş bir mükemmellik..

Ve işte dizinin o ölümcül parçaları.. Hiç tarzım olmamasına rağmen beni yıkan bu parçaları, dizinin yoğunluğuna bağlamak lazım..