Miyazaki klasiği Howl's Moving Castle ile Anime bölümümüze devam edelim.
Howl'un Yürüyen Şatosu ile etrafta duyabileceğiniz bu anime ''Aşk'' üzerine :)
Spirited away kadar görselliği yok belki ama konusu itibari ile oldukça keyifli dakikalar geçirtecek bir anime.
Filmimiz şapka dükkanındaki Sofi adlı kız ile başlıyor.Kendi Dünyası'nda yaşayan Sofi, kendini güzel bulmayan, hayatı her gün rutin şekilde yaşayan bir genç kızdır.Bir gün Çarşı'da kendisine sarkıntılık eden askerlerden kendisini koruyan ''Howl'' ile tanışır.Howl ise çapkın ve bir o kadar da yakışıklıdır.İster istemez bu durumdan etkilenir ve Howl'a karşı bir şeyler hissetmeye başlar.
Aynı gece Şapka Dükkanına döndüğü zaman ise kendisini kötü bir sürpriz beklemektedir.Zamanında Howl'a aşık olan fakat bir türlü cevap alamayan Kötülükler Cadısı tarafından büyülenir Sofi.Birden 90 yaşında bir ihtiyar olmuştur.Kötülükler Cadısı'nın ise Howl'a sofi aracılığı ile bir mesajı vardır.
Kimsenin kendisini bu halde görmesini istemediği Sofi, kasabadan çok çok uzaklara başının çaresine bakmak üzere evi terkeder.Bu yolculukta karşılaşacağı ''Korkuluk'' sayesinde kendisini Howl'un yürüyen şatosunda temizlikçi olarak bulur.
Sophie bir yandan aşkı, masumiyeti, kötülüğü, fedakarlığın ne demek olduğunu tadacaktır.Bir yandan Şato'da bulunan ateş cini Calcifer ile birlikte büyülerinden kurtulmayı ilke edinirler, diğer yandan da büyücüler arasında süregelen savaşı durdurmaya ve bu savaşta Howl'a destek olmak için ellerinden geleni yaparlar.
Bu Masal'ın sonunda her şeyin ''sevgi' ile çözülmesi ise, pek sürpriz değil :)
Dediğim gibi bu biraz Masalsı bir anime.Bir Dünya'dan başka bir Dünya'ya, farklı yerlere durmadan yolculuk yapıyorsunuz Yürüyen Şato ile.
Filmin en güzel noktası Kötülüğe kötülük ile cevap vermemek.Anlayış ve sevgi ile sanırım her şeyin üstesinden gelinebileceğini söylüyor hikaye bizlere.
Miyazaki denilince de akla gelen ilk 3-4 animeden birisi Howl's Moving Castle.
Dip not; Howl kadar da yakışıklı bir karakter görmedim ben :)
İyi Seyirler.
Aksiyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aksiyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Şubat 2012 Perşembe
2 Şubat 2012 Perşembe
Antarctic Journal
Yine uzun bir aradan sonra güzel bir film önerisi ile döneyim dedim.
Bu sefer önereceğim filmin orjinal adı Namgeuk-ilgi , Antarctic Journal olarak da biliniyor.2005 yapımı, Güney Kore Sineması'na ait bu film bir doğa yolculuğunda gelişen olayları konu ediniyor.
Kısaca filmden bahsedecek olursak, Antartika'ya giderek, soğukluğu -80° C'de olan erişilemeyen bölge olarak bilinen yere doğru gitmeye çalışan 6 Güney Kore'li dağcının başından geçen olayları anlatıyor.Dağcılar, 6 ay süren gün batımı dönemi gelmeden önce bu bölgeye ulaşarak, yolculuklarını tamamlamak istiyorlar.
Yolculuk sırasında bir arkadaşlarının zor şartlar sonucunda hastalanması ve geride kalması sebebi ile kaybediyorlar.Bu olayın yaşanması gizemli olayların başlangıcı oluyor.
Yıllar önce bu bölgede, aynı amacı gerçekleştirmek isteyen İngiliz dağcılara ait eşyalar ve hatta birisine ait bir ceset buluyorlar.Bir adet de bu macerayı anlatan, ama sayfaları okunmayan bir günlük buluyorlar.
Zor hava koşulları nedeni ile merkez ile bağlantılarını kaybediyorlar.Bu arada bir arkadaşlarını daha kaybeden ekip, yola 4 kişi olarak devam ediyor.Bir yandan bu noktadan sonra yolculuğa son vermek isteyen dağcılar varken, bir yandan da onlara karşı çıkan ve sonuna kadar bu yolculuğu sürdüreceklerini söyleyen Choi Do arasında çekişmeler baş gösterir.Filmin ilerleyen sahnelerinde Choi Do'nun bu yolculuk sırasında nasıl başka bir insan haline geldiğini, kendini kaybettiğini, ve ekip arkadaşlarını nasıl bir durum içine soktuğunu görmek mümkün.(Daha fazla detay vermeyeyim, yoksa spoiler yumurtlayacağım:) )
Başrol oyuncusu Kang-ho Song'u bir çok Güney Kore filminden tanıyoruz.(The host, Memories of murder, Sympathy for Mr. Vengeance, Thirst vs.) Canlandırdığı karakter her ne kadar filmin ilerleyen sahnelerinde insanı rahatsız etse de, rolünün hakkını verdiğiniz söyleyebiliriz.Fakat film hakkında tek eleştirim filmin sonunun çok boş bırakıldığı.Beklemediğim şekilde bağlanmadı maalesef.Senaryo burada çok zayıf kalmış.Joon-ho Bong böyle yapmazdı ama inanın çok şaşırdım.
Yine de güzel bir psikolojik-gerilim sizi bekliyor.
Bu sefer önereceğim filmin orjinal adı Namgeuk-ilgi , Antarctic Journal olarak da biliniyor.2005 yapımı, Güney Kore Sineması'na ait bu film bir doğa yolculuğunda gelişen olayları konu ediniyor.
Kısaca filmden bahsedecek olursak, Antartika'ya giderek, soğukluğu -80° C'de olan erişilemeyen bölge olarak bilinen yere doğru gitmeye çalışan 6 Güney Kore'li dağcının başından geçen olayları anlatıyor.Dağcılar, 6 ay süren gün batımı dönemi gelmeden önce bu bölgeye ulaşarak, yolculuklarını tamamlamak istiyorlar.
Yolculuk sırasında bir arkadaşlarının zor şartlar sonucunda hastalanması ve geride kalması sebebi ile kaybediyorlar.Bu olayın yaşanması gizemli olayların başlangıcı oluyor.
Yıllar önce bu bölgede, aynı amacı gerçekleştirmek isteyen İngiliz dağcılara ait eşyalar ve hatta birisine ait bir ceset buluyorlar.Bir adet de bu macerayı anlatan, ama sayfaları okunmayan bir günlük buluyorlar.
Zor hava koşulları nedeni ile merkez ile bağlantılarını kaybediyorlar.Bu arada bir arkadaşlarını daha kaybeden ekip, yola 4 kişi olarak devam ediyor.Bir yandan bu noktadan sonra yolculuğa son vermek isteyen dağcılar varken, bir yandan da onlara karşı çıkan ve sonuna kadar bu yolculuğu sürdüreceklerini söyleyen Choi Do arasında çekişmeler baş gösterir.Filmin ilerleyen sahnelerinde Choi Do'nun bu yolculuk sırasında nasıl başka bir insan haline geldiğini, kendini kaybettiğini, ve ekip arkadaşlarını nasıl bir durum içine soktuğunu görmek mümkün.(Daha fazla detay vermeyeyim, yoksa spoiler yumurtlayacağım:) )
Başrol oyuncusu Kang-ho Song'u bir çok Güney Kore filminden tanıyoruz.(The host, Memories of murder, Sympathy for Mr. Vengeance, Thirst vs.) Canlandırdığı karakter her ne kadar filmin ilerleyen sahnelerinde insanı rahatsız etse de, rolünün hakkını verdiğiniz söyleyebiliriz.Fakat film hakkında tek eleştirim filmin sonunun çok boş bırakıldığı.Beklemediğim şekilde bağlanmadı maalesef.Senaryo burada çok zayıf kalmış.Joon-ho Bong böyle yapmazdı ama inanın çok şaşırdım.
Yine de güzel bir psikolojik-gerilim sizi bekliyor.
6 Aralık 2011 Salı
House of Flying Daggers
Uzun süredir blogu ihmal ettiğimin farkındayım.Naçizane önerilerimi epeydir yayınlayamadım.Biraz üşengeçlikten biraz da uzakdoğu sinemasına bu aralar uzak kaldığımdan sanırım bloga ilgi gösteremedim.
Şimdi size kısa bir süre önce izlediğim 2004 yapımı uzakdoğu sinemasını yakından takip edenlerin bildiği ''House Of Flying Daggers'' filmini önereceğim.
Orjinal adı ''Shi mian mai fu'' olarak geçen filmin öncelikle görsel bir şölen olduğunu belirtmekte fayda var.Hero filmini izlerken nasıl keyif alıyorsanız, defalarca o sahnelerde, o geçişlerde, o renklerde kendinizi kaybediyorsanız işte bu filmi izlemek için bir kaç neden size.Açıkçası kendime bu filmi bu kadar geç izlediğim için kızıyorum.
Filmin konusu hakkında kısaca bilgi verecek olursam hikaye Çin'de geçmektedir.Var olan hükümdar güç kaybına uğramış ve büyük bir düşüş yaşamaktadır.Ülke bölünmek üzeredir ve hükümete karşı oluşan bir çok birlik halkı da kendi çerçevesinde örgütlemektedir.Bu birliklerin en büyüğü olan ''House of flying daggers'' kendi liderini kaybetmiş olsa da gücünden taviz vermemiştir.Hükümet içerisindeki ajanlara rağmen yeni liderleri hakkındaki tüm bilgiler sır gibi saklanmaktadır.
İmparator adına çalışan iki asker bu liderin kim olduğunu bulmakla görevlendirilirler ama bir kaç deneme sonrasında amaçlarına ulaşamayacaklarını anlayarak bir plan yaparlar.Planları ise Jin, kendini isyancı olarak göstererek, eski liderin kızı olarak sanılan Mei ile ilişki kuracak, Leo ise Jin ile irtibatı koparmayarak Jin'e destekte bulunacaktır.Mei ile yakınlaşarak, yeni lidere ulaşmaya çalışan Jin hesapta olmayan bir durum ile karşılaşır.Mei ile birbirlerine aşık olurlar.Kalan kısmı anlatmayayım her an spoiler yumurtlayabilirim:)
Kısacası bir Çin Masalı.Doğa manzaraları, dans sahneleri, dövüş sahneleri, ikili arasındaki sahneler, hele o müzikler... Belki konusu aman aman değil ama görsellik nefesinizi kesmeye değer.Yönetmen Yimou Zhang Hero ile nasıl bir iş çıkarmışsa bu filmde de olağanüstü performansını konuşturmuş.Size tavsiyem bu filmi geniş bir ekranda yüksek çözünürlülükte olan bir kalitede izlemeniz.O sahneleri, şiirsel anlatımı, Jin ve Mei'nin güzelliğini ufacık ekranlarınızda öldürmeyiniz :)
İyi Seyirler.
Torrent linki
Şimdi size kısa bir süre önce izlediğim 2004 yapımı uzakdoğu sinemasını yakından takip edenlerin bildiği ''House Of Flying Daggers'' filmini önereceğim.
Orjinal adı ''Shi mian mai fu'' olarak geçen filmin öncelikle görsel bir şölen olduğunu belirtmekte fayda var.Hero filmini izlerken nasıl keyif alıyorsanız, defalarca o sahnelerde, o geçişlerde, o renklerde kendinizi kaybediyorsanız işte bu filmi izlemek için bir kaç neden size.Açıkçası kendime bu filmi bu kadar geç izlediğim için kızıyorum.
Filmin konusu hakkında kısaca bilgi verecek olursam hikaye Çin'de geçmektedir.Var olan hükümdar güç kaybına uğramış ve büyük bir düşüş yaşamaktadır.Ülke bölünmek üzeredir ve hükümete karşı oluşan bir çok birlik halkı da kendi çerçevesinde örgütlemektedir.Bu birliklerin en büyüğü olan ''House of flying daggers'' kendi liderini kaybetmiş olsa da gücünden taviz vermemiştir.Hükümet içerisindeki ajanlara rağmen yeni liderleri hakkındaki tüm bilgiler sır gibi saklanmaktadır.
İmparator adına çalışan iki asker bu liderin kim olduğunu bulmakla görevlendirilirler ama bir kaç deneme sonrasında amaçlarına ulaşamayacaklarını anlayarak bir plan yaparlar.Planları ise Jin, kendini isyancı olarak göstererek, eski liderin kızı olarak sanılan Mei ile ilişki kuracak, Leo ise Jin ile irtibatı koparmayarak Jin'e destekte bulunacaktır.Mei ile yakınlaşarak, yeni lidere ulaşmaya çalışan Jin hesapta olmayan bir durum ile karşılaşır.Mei ile birbirlerine aşık olurlar.Kalan kısmı anlatmayayım her an spoiler yumurtlayabilirim:)
Kısacası bir Çin Masalı.Doğa manzaraları, dans sahneleri, dövüş sahneleri, ikili arasındaki sahneler, hele o müzikler... Belki konusu aman aman değil ama görsellik nefesinizi kesmeye değer.Yönetmen Yimou Zhang Hero ile nasıl bir iş çıkarmışsa bu filmde de olağanüstü performansını konuşturmuş.Size tavsiyem bu filmi geniş bir ekranda yüksek çözünürlülükte olan bir kalitede izlemeniz.O sahneleri, şiirsel anlatımı, Jin ve Mei'nin güzelliğini ufacık ekranlarınızda öldürmeyiniz :)
İyi Seyirler.
Torrent linki
10 Nisan 2011 Pazar
The Chaser (Chugyeogja) 2008
Filmin Adı: The Chaser
Orjinal Adı: Chugyeogja
IMDB Puanı: 7,9
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt1190539/
Yönetmen: Hong-jin Na
Yıl:2008
Ülke: Güney Kore
Tür: Dram, Polisiye, Gerilim
Torrent: http://torrentz.eu/search?f=the+chaser
Uzun zamandır izlemek istediğim ama bir türlü zaman bulamadığım film idi ''The Chaser''.Ankara ziyaretimde Atilla abi ile bu filmi açtık ve anında ikimiz de ekrana kilitlendik.Öyle ki filmin ne kadar uzun olduğu hiç umrunuzda olmuyor, hikaye o kadar akıcı ki her dakika merak duygusunu da pompaladıkça pompalıyor.Sürekli ''oha, yuh, vay şerefsiz, ulan şu o.ç. bir yakalayamadılar, laayynnnnn arkana bak, dikkat et'' şeklinde geçti 125 dakikamız.
Yine filmden kısaca bahsedecek olursak eski polis memuru Joong ho, yeni yaşamında kadın satıcısı olmuştur ve onun için en önemli şey yalnızca paradır.Son aylarda kendisine bağlı tele kızlar yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır.Son olarak yine bir kızın kaybolması ile bu duruma iyice sinirlenir ve bu işin peşine düşer.Aklında kızlarını birinin kaçırdığı ve onları sattığı fikri vardır fakat olayın içerisine girdiğinde bambaşka durumlarla karşılaşır.Kaybolan kızlarla bağlantılı bir isim bulur ve kendisini bir çıkmazın içine sokar.
Filmde sağlam bir şekilde Güney Kore hükümetine, polisine, adalet sistemine çok iyi göndermeler var.Özellikle polisin göstermiş olduğu duyarsızlığın, sorumsuzluğun bir çok cana mal olacağını film gözümüze sokuyor.Para'dan daha önemli şeylerin de olduğunu, insan hayatının bu kadar ucuz olmaması gerektiği filmde altı çizili olan noktalar.Bu arada Güney Kore'de bir dönem gerçekleşen Tele kız cinayetlerinden etkilenilerek bu film çekilmiş.
Bu türde, Memories of a Murder filminden sonra favori olarak gösterilmesi de filmin başarısını kanıtlıyor.Bu arada klasik ''katil kim?'' sorusunu sorgulamıyoruz bu filmde.Katil'in kim olduğu zaten belli.Filmdeki ana fikir katil'in katil olduğunun ispatlanması ve de Güney Kore adalet sistemine kanıt sunulmasının önemli olması ki katil'in işlediği suçları itiraf etmesi bile bir kanıt değilken...
Benim puanım 8/10.
İyi Seyirler.
7 Nisan 2011 Perşembe
Crows Zero (Kurozu Zero)

Takashi Miike en çok sevdiğim yönetmenlerdendir ve neredeyse tüm filmlerinden büyük zevk almışımdır. Bana göre sadece Japon sinemasının değil, dünya sinema tarihinin en arıza ve dahi yönetmenlerinden biridir. Filmleri aşırı absürddür ve mantık sınırlarını zorlar. Bazen bir filmini izlerken alttan alttan derin mesajlar verir ama o mesajları alabilmek bizim için bazen zorlaşır. Eğer ki Japon toplumunun son zamanlardaki yozlaşmışlığını dikkatli bir şekilde takip etmişseniz, insanların birbirinin ağzını yüzünü kırdığı ve oldukça kanlı olan bir filmde bile derin mesajları alabilirsiniz.
Japon toplumundaki garip çözülmeyi bir Rockstar havasında aktaran yönetmen, tüketim denen canavarın dişlerine kapılmış toplumun nasıl her geçen gün insanlığından uzaklaştığını ve insanoğlunun absürd arzuları nedeniyle mantık sınırlarını zorlayan birçok işe el attığını çok iyi aktarmaktadır. Bijita Q (Visitor Q) isimli bir filmi izleseydiniz benliğinizi kaybedebilirdiniz. Ki bu film hayatım boyunca izlediğim en arıza filmlerden biridir. Ölü sevicilikten anneyi çatır çatır babanın gözü önünde dövünceye kadar absürdlüğün sınırlarında gezen çetrefilli yapısıyla açık bir televizyon kanalında gösterilmesi imkansızdır.

Yirmili yaşların ortalarına kadar profesyonel olarak motosiklet yarışlarıyla ilgilenen Miike, 3 yıla 23 tane filmi sığdırmayı başarmış bir azmantordur. Onun filmlerini izlerken tek tek karakterlere baktığınızda ya da konuyu sorgulamak istediğinizde net bir fikir edinemezsiniz. Elle tutulur yargılara varamazsınız. Ama kurguya, tematik ve görsel unsurlara, sinema sanatının kullanılışına ve hepsinin üzerine bina edilmiş bütünsel yapıya baktığınızda çarpılırsınız. Ichi the Killer gibi insan kalbinin kaldırabilmekte zorlanacağı bir filmi izleyen, Miike’nin genel tarzından bir şeyler bulabilir. Bazen inanılmaz sanatsal filmlere imza atarmış gibi görünürken, bazen yakuza üyelerinin birbirine girdiği, sokak çetelerinin Fight Club tarzında birbirine giriştiği, bol kavgalı, kırdılı, aşırı kanlı, acımasız tematik unsurların sınırlarında gezen filmleriyle şaşkınlık yaşarsınız.
Ama neden?
Şöyle der yönetmen: “Bir filmde en az bir sahnede üzerinizden kamyon geçmiş hissine kapılmıyorsanız o benim filmim değildir!”
İnce işlerin adamıdır ve işkence takıntısı olan bir ruhun hastalıklı bir tezahürüdür Miike. Film bittiğinde ise her türlü yoruma açık bulursunuz kendinizi.

2007’de birinci ve 2009’da ikinci serisi yayınlanmış olan Crows Zero isimli filmi ise tarzıyla beni duvara mıhladı desem, yeridir. Öncelikle öyle vurdulu kırdılı, dövüşlü filmleri pek sevmediğimi söylemeliyim. Ama ne hikmetse bu filmi izlerken her saniyesinden inanılmaz keyif aldım. Adeta bir animeden fırlamışçasına birbirinden karizmatik bir çok ön ve yan karakterin olduğu, acımasız ve oldukça profesyonel çekilmiş dövüş sahneleriyle, bu dövüş sahnelerini ve arka plandaki tematik unsurları muazzam bir görsellikle gözlerimize seren Miike, efsanesini devam ettirmişti. Bu filmler o kadar beğenildi ki, ısrarla serinin üçüncü bölümü bekleniyor.

Filmden basitçe bahsetmek gerekirse; bir yakuza patronunun oğlu olan Genji, babasından daha iyi olduğunu kanıtlamak ve ileride onun varisi olabilmek için Suzuran adı verilen oldukça belalı bir lisenin liderliğini ele geçirmek üzere bu liseye geçiş yapar. Bu lise bildiğimiz liselere hiç benzememektedir. Hocaları olmayan, çevresi ve sınıfları çöp yığınını andıran, tüm camları indirilmiş, adeta terkedilmiş bir fabrika havasına sahip, eğitimin ve hocaların olmadığı ve polislerin ayak basmaya tırstığı bir yerdir. Lisenin kendi içinde hep bir liderlik mücadelesi vardır. Genji, sırayla herkesi kendi tarafına çekmeye başlar. Bunlar olurken birbirinden amansız dövüşlerin haddi hesabı olmaz.
Film genelde daha çok kanlı dövüşleri içerse bile, özünde hayata dair ilginç anekdotlar sunuyor. Suzuran eğer hayatın kendisi, hayatın en çok mücadele edilmesi gereken yönü ise, oradan savaşarak lider çıkmak ve nihayetinde mezun olmak ise hayata dair zorlukların üstesinden gelmekle eşdeğer. Filmde bazen gözlerimize serpiştirilen yakuza patronlarının bile kendilerine ait sağlam prensipleri var. Bazen dostluğun önemini fark edersiniz. Arkadaşınız için acı çekersiniz. Hatta onun için ölümü bile göze alırsınız.

Suzuran’da geçen hayat zordur. Eğitim yoktur. Tamamen bir güç çatışması söz konusudur. Suzuran’dan mezun olan ise kendisini hayatın çok farklı bir noktasında bulur. İş adamından zengin bir insanoğluna kadar. Geriye serseriliğe dair hiçbir şey kalmamıştır. Bazen de sonuna kadar bu ruhu kanınızda taşırsınız. Yaşınızın iyice ilerlemesi bunu hiç değiştirmez. Tüm bu mücadelelerin sonucunda asıl ortaya çıkan kilit kelime ve hayat temel yapıtaşlarından biri özgürlük ve bir kuzgun, bir kuş gibi rahatça uçabilmektir. Filmin bir çok anına serpiştirilmiş canlı konser performansıyla kulaklarımıza sunulan şarkılar, etkileyici sözler ise bu filmi tam anlamıyla bir şaheser haline getiriyor.
Vahşi tarafta yaşayan arkadaşlarıma
Bir sözüm var.
Şu uzaklaştıkça titreyen ışık
Bir gün seni buradan dışarı çıkarabilir.
Un ufak olmuş bir ikindi kesişiminde
Kanatsız bir kuş sürüsü görüyorum
Ne olduklarının farkında olmadan
Hayatta kalmaya çalışıyorlar
Güneş kanatlarını yakmış
Uçamıyorlar bile.
Ama hepsinin bir sevdası var.
Uçmak ve uçmaya devam etmek istiyorum.
Kendi kendine yaşamanın anlamı ne?
Seni zapt eden bombadan kurtul.
Her mevsimle yeni bir keşif gelir.
Değişmek ve değişimi sürdürmek istiyorum.
Bu liriklerin özünü anlayanlar bu filmin derinliğini de fazlasıyla anlayacaklar. Bizler ve filmde olan karakterler, tüm dünyadaki insanoğlu bir kuş. Uçmak isteyen.. Uzaklara gitmek ve özgürlüğün tadını çıkarabilmek isteyen.. Filme göz atanlar, bu yoğun düşünce helezonlarının boyunduruğunda uzun süre kendilerinden geçerken bulacaklar kendilerini.

Güneşin battığı, sağanak yağmurların yağdığı, onlarca kişinin şemsiyeyi elinde taşıdığı, atletizm salonunun ateşe verildiği ve bunun gibi bir çok sahnede ortaya konan görsellik tek kelime ile muazzam. Kilitlenip kalıyorsunuz. Şu ana kadar izlediğim en etkili filmlerden biri oldu Crows Zero serileri. Miike’nin hiçbir filmini boş geçemem zaten. Çünkü adamın boş bir filmi yok gibi birşey!
Kurozu Zero I: http://www.imdb.com/title/tt1016290/
Kurozu Zero II: http://www.imdb.com/title/tt1232831/
6 Nisan 2011 Çarşamba
Goemon

Yıllardır Japonya ve Samuray tarihi, kültürü, felsefesi ile iç içe oldum. Uzun yıllar araştırmış ve 2002 yılı sonunda buna dair araştırmalarımı bir nevi kitap formatına indirgemiştim. Bu eserim başlangıçta 1000 sayfaya tekabül ederken oradan buradan kırparak 350 sayfaya indirmiş ve bazı yayınevleri bulmuştum. Sonrasında bazı problemler olmuş, iş ve ailevi hayat, şirkette her geçen gün yetkilerimin artması, ağır sorumluluklar derken bunca emeği kitaplaştırmak konusunda tam bir azimsizlik örneği sergilemiştim. Onca bilgi ve emek hala bir kenarda duruyor. Kitaplaştırma konusundaki tembelliğim had safhada.

Tüm bunlar yaşanırken “Goemon” beni görselliği ile birlikte, uzun yıllar araştırdığım bir konunun parçası olması nedeniyle etkiledi. Uzakdoğu filmlerinin kendine has görselliğini, müthiş renk kullanımını, usta bir şekilde çekilmiş aksiyon sahnelerini, muhteşem görsel manzaralarını az çok bilirsiniz. Bu güzellikleri Japonya ve samuray tarihinin gerçekliğiyle iç içe geçirdiğinizde haliyle benim gibi konu hakkında çok bilgisi olanların etkilenme katsayısı artıyor. Sizler için bahsi geçecek birçok isim çok yabancıyken ve isimleri hep aynıymış gibi görünürken, benim için her bir isim çok farklı şeyler anlatıyor. Çünkü birazdan adlarını tek tek geçeceğim tarihi kişiliklerin her birinin tek tek gerçek hayat öykülerini ayrıntılı bir şekilde biliyorum.
Öncelikle filmin senaryosu ya da konusu müthiş diyemem. Çok özel de diyemem. Bu anlamda etkilenebilirsiniz diyemem. Ama görsellik açısından etkilenmemek imkansız. Avatar gibi görselliklerin yanında bu filmdeki görsellikler daha fazla hoşuma gidiyor.

Film Japonya tarihinin kırılma anlarından birine karşılık gelen 1582 yılı ile giriş yapıyor. O dönemlerde geçiyor. Filmin asıl özelliği, o dönemde yaşamış en önemli Japonya tarihi karakterlerinin filmde yer alması. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini incelerken en paşa üç padişah kimdi diye sorulsa, verilecek cevap bellidir: Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman. Bu üç isim Osmanlı İmparatorluğu’nu ne kadar büyütmüş ve etkide bulunmuşsa Japonya feodal dönemine aynı anlamda damgasını vurmuş üç isimden bahsedebiliriz: Gaddarlığı ve otoritesi ile nam salmış Oda Nobunaga, tam bir politikacı olan ve Japonya’yı kendi döneminde birleştiren Toyotomi Hideyoshi ile oldukça ılıman bir politika benimseyerek yüzyıllar süren Japon iç savaşları dönemine son noktayı koyarak iki yüz yıllık barış dönemini getiren Tokugawa Ieyasu. Sengoku Ciday olarak isimlendirilen İç Savaşlar Dönemi’nin sonlandırılması o kadar da kolay değildi. Çünkü yüzyıllardır kendi içinde savaşan sayısız klanın varlığını, samuray ruhlarını ve akabinde tek bir çatı altında toplanabilmelerini kabul edebilmek, o dönemi çok iyi bilen kişiler için kolay değil.

Karakterler bu üç isimle sınırlı değil.
Japonya’ya çay töreni ve sanatını getiren Rikyu Sen, dönemin en önemli ninja eğiticilerinden biri olan Hattori Hanzo, Oda Nobunaga’yı öldürerek Japonya tarihini kökten değiştiren isimlerden biri olan Akechi Mitsuhide, Japonya tarihinin diğer önemli figürlerinden biri olan Mitsunari Ishida.
Bu karakterlerin hepsi filmde yer alıyor ve gerçek tarih örgüsü filmde bir nebze yerli yerine oturuyor. Hattori Hanzo şu Kill Bill’deki eleman değil mi, o hayal ürünü değil mi diye sorabilirsiniz. Kill Bill’de fantastik bir dokunuş vardı. Halbuki Hattori Hanzo Japonya tarihi için çok önemli olan, 1542 – 1596 yılları arasında yaşamış zamanın çok meşhur bir istihbarat ajanıdır. Tokugawa Ieyasu’nun hayatını kurtararak aslında 200 yıllık barış döneminin gizli kahramanıdır.
Japonya tarihini bilmeyenler için içerik üstü kapalı gelebilir. Ama konuya oldukça hakim olduğum, o dönem inanılmaz şeyler yaşandığı ve bunlar beni çok etkilediği için, o dönemin karakterlerine beyaz perdede abartılı bir görsellikle tanımlanmış bile olsa tanıklık etmek benim için hoş bir sürpriz oldu.

Filmin konusunu uzun uzun anlatmama gerek yok aslında. Akechi Mitsuhide suikastla Oda Nobunaga’yı öldürünce ipler Toyotomi Hideyoshi’nin eline geçer ve Tokugawa Ieyasu da arka planda sağlam hamlelerini yapmaktadır. Tıpkı gerçek Japonya tarihinde olduğu gibi. Ama Akechi’nin ilgili suikastının arka planında gizemli olaylar yatmaktadır. Çocukluk arkadaşlıkları ve çocukluk aşkları da işin tadı, tuzu, biberidir.
Goemon, sadece görselliğiyle bile ilginizi fazlasıyla çekebilecek bir filmdir. Birçok insan için görsellik anlamında belki Avatar rakipsiz olacaktır ama beni daha fazla etkileyen görsellikler ve renk kullanımı bu be kardeşim! Tıpkı Jet Li’nin Hero’sunda kullanılan müthiş görsel efekt ve renklerde olduğu gibi…
Filmin özünü anlayabilmek için Japonya’yı, tarihini, Japon toplumunun yüzyıllar boyunca yaşadığı acıları bilmek gerekiyor. Film aslında fantastik öğeleri barındırsa bile özünde gerçekliğin ta kendisini yansıtıyor. Bu gerçeklik şiirsel ve epik bir destan havasında yansıtılıyor.
Japonya yüzyıllar önce bitmek bilmeyen savaşlar, dökülen kanlar, veba, verem, salgın hastalıklar ve depremlerden dolayı her zaman ölüm ile iç içe olmuş ve ölüm ile kardeş olmuştur. İnsanlar çok acılar çekmiştir. O dönemin feodal beyleri (daimyo) sinsi planlarıyla klanlarını ön planda tutmak istemiş, politik bir çok oyunlarla suikastlara, cinliklere imza atıp durmuş. Yüzyıllar boyu ego çekişmelerinin acısı halktan çıkarılmış. Filmde verilen mesajlar günümüz dünyasına çok şey ifade edecektir. Göreceksiniz, dünyanın bir köşesinde, 15-16. yüzyılda dünyanın kendisinden bir haber olduğu ufak bir adasında yüzyıllar önce yaşananlar ve o insanların kaderi günümüz insanlarından pek farklı değil. Çekilen acılar evrensel!
Filmin final sahnesinde yaşananlar, Hideyoshi’nin ihanetinin iç yüzü, doymak bilmeyen ego ve kişisel hırslar, toplumlar üzerinde yaratacağı infialler nedeniyle oldukça evrensel. Aslında gerçek bir Japonya tarihi ama yaşananların özünden gelen bir!
Filmin sonunda donup kaldım, inanılmaz etkilendim. Çünkü verdiği her mesajı dibine kadar alıyor ve hissediyordum. Finalde kahramanımız Tokugawa Ieyasu'ya yemin etmesini söylüyor; bu savaşlara son vermesi, artık kan dökülmemesi, daha mutlu bir dünya kurulması için. Japonya savaşlar dönemine son veren bir isim olan ve 200 yılı bulacak olan özlenen barış dönemini getiren Ieyasu'ya bu sözü, isteği iletmek ustaca bir manevraydı. Oldukça etkileyici bir sahneydi ve dizlerimin bağı çözüldü.
http://www.imdb.com/title/tt1054122/

5 Nisan 2011 Salı
The Man From Nowhere (Ah Jeo Sshi) 2010
Filmin Adı: The Man From Nowhere
Orjinal Adı: Ah Jeo Sshi
IMDB Puanı: 7,8
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt1527788/
Yönetmen: Jeong-beom Lee
Yıl:2010
Ülke: Güney Kore
Tür: Aksiyon, Dram, Gerilim
Torrent
2010 yılı Güney Kore sineması açısından epey güzel geçti kanımca.Onlarca film çekildi, onlarca farklı senaryolar üretildi ve biz sinema severlerin beğenisine sunuldu.Blog'da epey bahsedeceğim 2010 filmlerinden.
Bu blog'a ilk olarak son dönemlerde gerçekten çok sevdiğim ve etkilendiğim, defalarca izlesem bile bıkmayacağım türde olan bu güzide film ile başlamak istedim.
Sinema severlerin, özellikle Güney Kore Sineması'na ilgi duyanların muhakkak izlediği, en azından haberdar olduğu bir film ''The Man From Nowhere''.
Film'in konusu hakkında kısaca bilgi verecek olursam, başrol oyuncumuz Bon Win rehine dükkanı sahibi, yalnızca 10 yaşındaki komşusu olan küçük kız ile arkadaşlık yapan kendi halinde bir adamdır.Küçük kız ise Annesi ile yaşamasına rağmen annesinin ilgisizliği ve de uyuşturucu bağımlısı olması nedeniyle başı boş dolaşan, umursanmayan ve de okula bile gitmeyen sevgiye muhtaç bir çocuktur.Annesi dansçı olarak çalıştığı bir bar'da bir uyuşturucu takas işine karışır ve olaylar bundan sonra gelişmeye başlar.
Bir nevi Anne kendini ve de küçük kızın hayatını tehlikeye atmıştır.Kendisine ait olmayan uyuşturucuyu asıl sahibi olan Mafya üyelerinden kaçırmıştır.Mafya lideri ise adamlarına 3 gün mühlet vererek, malın bulunmasını emreder.Bu noktadan sonra adamlar Kadın'ın malı aldığını ve de bir çanta içerisinde malı rehine dükkanına verdiğini kameralardan tespit ederek, dükkanı basarlar.Bu arada adamlar malı almalarına rağmen kadını ve kızı rehin alarak başrol oyuncumuz Bon Win'i karşılarında bulurlar.Özellikle küçük kız için girdiği bu mücadelede sürpriz hayatlarla, olaylarla ve en önemlisi acımasız, insanlara değer vermeyen mafya bozuntuları ile karşılaşır Bon Win. Artık gerisini anlatmayayım, bu noktada film'i izlemeye başlayın derim :)
Film için özellikle belirtmek istediğim iki nokta var.Birincisi başrol oyuncuları olan ufaklık Sa-Ron Kim ve Bon Win'in olağanüstü performansları, ikincisi ise hiç bir şekilde dramatize edilmeden bildiğimiz bir öykünün izleyiciye aktarılma şekli.Ufaklığın ikinci filmi olması ve de bu yaşta böyle oyunculuk sergilemesi adeta ağzınızı açık bıraktırıyor. İlk filmi ''A brand new life'' 'da ki performansını bilmeyenler için o filmi de önerebilirim.Ne kadar durağan bir film olsa da sırf ufaklığın performansı için izlenmesi gereken filmlerden birisidir.
Velhasıl kelam, sürekleyici, aksiyon sahnelerinin belli bir dozda ve de başarılı olduğu, buram buram dram kokan sahneler için kesinlikle kaçırılmaması gereken bir başyapıt.İki sahnesinde gözümden yaş geldiğini hatırlıyorum :)
İyi seyirler.
Benim puanım 9/10.Torrent
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)