19 Nisan 2012 Perşembe
Happy Together
Geçtiğimiz hafta izledim bu filmi.Çok uzun süredir, uzakdoğu klasörümde, izlenecekler arasında duruyordu.Kar Wai Wong'un yalnızca 2-3 filmini izlemiş biri olarak kendi kendime söz vermiştim önümüzdeki şu 2 hafta boyunca yönetmenin en çok yorum alan ve beğenilen filmlerini izleyeceğim diye.
Happy Together ile başladım.Öncesinde filme ait ne bir yorum okudum, ne bir sahne gördüm.Trailer bile izlemedim.Yalnızca puanına ve çok da basit olarak konusuna baktım.Önce filmin biraz konusuna değineyim sonra da bende yarattığı etkiye.
Orjinal ismi ''cheun gwong tsa sit'' olan Hong Kong'dan, Arjantin'e kadar uzanan bir hikayeyi anlatan bu film, 1997 yapımı buram buram old school görüntüler taşır.Ana karakterlerimiz Ho Po-wing ve Lai Yiu-fai eşcinsel bir çifttir.Hong Kong'dan Arjantin'e gelerek Buenos Aires'te yaşamaya başlarlar.Aslında amaçları Iguazu Şelalesine gitmektir.Aralarında bir takım sorunlar yaşayan çift, sürekli barışıp, ayrılırlar.Filmin başından itibaren bu durumu defalarca yaşıyoruz.Filmin sonunda ise ''Happy together'' 'ın ne anlama geldiğini anlıyoruz aslında.
Ho Po-wing aslında hep sorunu yaşatan kişi.Hani bazı ilişkiler çıkara ya da anlık hazlara bağlıdır ya.İşte Ho Po-wing karakteri gerçekten böyle bir durumda bu ilişkide.Sürekli sorunlar çıkaran ama sonunda hiç bir şey yaşanmamış gibi ''yeniden başlayalım'' diyen taraf oluyor.Ama ilişkiye başladıktan sonra ise sorumsuzca davranmaya devam eden, sevdiğinin kıymetini de bilmeyen taraf.
Lai Yiu-fai ise ilişkiyi sahiplenen, gerçekten seven, sevdiği kişi ile zaman geçirmekten aldığı hazzı hiç bir şeyde bulamayan, adeta yavrusunu seven, besleyen, kollayan bir anne şefkati ile sevdiği adama bağlanmış bir karakter.Film boyunca Lai yiu'ya üzülüyorsunuz, onun bu ilişkide yaşanan sorunları hak etmediğini düşünüyorsunuz ama gerçekten gerçek hayatta olan ve bir çok insanın yaşadığı şeyleri gözümüze gözümüze sokan Kaw Wai Wong'un bu filmde anlattığı hikayede sizi en çok cezbedecek şeyi size söyleyeyim; Bu ilişkiyi sadece ''Eşcinsel'' kategorisinde değil normal bir ilişki gibi bize aktarmış olması.Yani nasıl desem hani bir çok eşcinsel temalı film vardır.Gay'lerin günlük hayatını, birbirlerini nasıl tavladıklarını irdeleyen ve direk ''seks'' teması ile öne çıkan.İşte bu tam tersi.Ve az çok başınızdan geçen bir ilişkide başınıza benzer şeyler gelmişse, bu film sizi mahvedebilir.
Seks dışında bir insana yemek yapmayı, beraber yemek yemeyi, saatlerce, hiç bir şey yapmadan, tek kelime etmeden anlaşabilmeyi, gözlerinin içine bakabilmeyi, beraber hayattan zevk almayı isteyen taraf Lai Yiu.
Mesela bazı sahneler var spoiler'a girebilir ama anlatmak istiyorum.Misal aşağıdaki sahne'de şöyle bir şey oluyor.Ho po-wing dayak yemiş ve şehirde sığınabileceği tek yer tabii ki Lai yiu-fai'nin yanı.Her ne kadar tekrar bu zorlu ilişkiye başlamak istemese de sevdiği için elinden bir şey gelmiyor ve yine onu kabul ediyor.Günlerce ona bakıyor, yemek yapıyor.Bu sahnede de elleri bandajlı olduğu için sigara içemiyor.Lai yiu sigarasını içerken onun da canının çektiğini görüyor ve sevdiği adamın dudaklarına götürüyor sigarayı.Ho po ise bir fırt alıp mutlu oluyor ve sevgilisinin omzuna yatıveriyor ve ardından Asto piazolla giriyor...
Aslında çok sahne var anlatılması gereken.Ben en iyisi susayım ve size bırakayım hikayeyi.
Film adeta dantel gibi tek tek işlenmiş.Müzikler, geçiş sahneleri, ışıklar, çekim mekanları, Lai yiu'nun sigara içişleri, bakışları, çaresizliğini ve aşkını anlatan sahneleri...
Ve '' Burada ikimiz olmalıydık'' sahnesi ile mükemmel bir film.
Sanırım en kısa zamanda filmi tekrar ve tekrar izleyeceğim.
9 Şubat 2012 Perşembe
Howl's Moving Castle
Howl'un Yürüyen Şatosu ile etrafta duyabileceğiniz bu anime ''Aşk'' üzerine :)
Spirited away kadar görselliği yok belki ama konusu itibari ile oldukça keyifli dakikalar geçirtecek bir anime.
Filmimiz şapka dükkanındaki Sofi adlı kız ile başlıyor.Kendi Dünyası'nda yaşayan Sofi, kendini güzel bulmayan, hayatı her gün rutin şekilde yaşayan bir genç kızdır.Bir gün Çarşı'da kendisine sarkıntılık eden askerlerden kendisini koruyan ''Howl'' ile tanışır.Howl ise çapkın ve bir o kadar da yakışıklıdır.İster istemez bu durumdan etkilenir ve Howl'a karşı bir şeyler hissetmeye başlar.
Aynı gece Şapka Dükkanına döndüğü zaman ise kendisini kötü bir sürpriz beklemektedir.Zamanında Howl'a aşık olan fakat bir türlü cevap alamayan Kötülükler Cadısı tarafından büyülenir Sofi.Birden 90 yaşında bir ihtiyar olmuştur.Kötülükler Cadısı'nın ise Howl'a sofi aracılığı ile bir mesajı vardır.
Kimsenin kendisini bu halde görmesini istemediği Sofi, kasabadan çok çok uzaklara başının çaresine bakmak üzere evi terkeder.Bu yolculukta karşılaşacağı ''Korkuluk'' sayesinde kendisini Howl'un yürüyen şatosunda temizlikçi olarak bulur.
Sophie bir yandan aşkı, masumiyeti, kötülüğü, fedakarlığın ne demek olduğunu tadacaktır.Bir yandan Şato'da bulunan ateş cini Calcifer ile birlikte büyülerinden kurtulmayı ilke edinirler, diğer yandan da büyücüler arasında süregelen savaşı durdurmaya ve bu savaşta Howl'a destek olmak için ellerinden geleni yaparlar.
Bu Masal'ın sonunda her şeyin ''sevgi' ile çözülmesi ise, pek sürpriz değil :)
Dediğim gibi bu biraz Masalsı bir anime.Bir Dünya'dan başka bir Dünya'ya, farklı yerlere durmadan yolculuk yapıyorsunuz Yürüyen Şato ile.
Filmin en güzel noktası Kötülüğe kötülük ile cevap vermemek.Anlayış ve sevgi ile sanırım her şeyin üstesinden gelinebileceğini söylüyor hikaye bizlere.
Miyazaki denilince de akla gelen ilk 3-4 animeden birisi Howl's Moving Castle.
Dip not; Howl kadar da yakışıklı bir karakter görmedim ben :)
İyi Seyirler.
6 Aralık 2011 Salı
House of Flying Daggers
Şimdi size kısa bir süre önce izlediğim 2004 yapımı uzakdoğu sinemasını yakından takip edenlerin bildiği ''House Of Flying Daggers'' filmini önereceğim.
Orjinal adı ''Shi mian mai fu'' olarak geçen filmin öncelikle görsel bir şölen olduğunu belirtmekte fayda var.Hero filmini izlerken nasıl keyif alıyorsanız, defalarca o sahnelerde, o geçişlerde, o renklerde kendinizi kaybediyorsanız işte bu filmi izlemek için bir kaç neden size.Açıkçası kendime bu filmi bu kadar geç izlediğim için kızıyorum.
Filmin konusu hakkında kısaca bilgi verecek olursam hikaye Çin'de geçmektedir.Var olan hükümdar güç kaybına uğramış ve büyük bir düşüş yaşamaktadır.Ülke bölünmek üzeredir ve hükümete karşı oluşan bir çok birlik halkı da kendi çerçevesinde örgütlemektedir.Bu birliklerin en büyüğü olan ''House of flying daggers'' kendi liderini kaybetmiş olsa da gücünden taviz vermemiştir.Hükümet içerisindeki ajanlara rağmen yeni liderleri hakkındaki tüm bilgiler sır gibi saklanmaktadır.
İmparator adına çalışan iki asker bu liderin kim olduğunu bulmakla görevlendirilirler ama bir kaç deneme sonrasında amaçlarına ulaşamayacaklarını anlayarak bir plan yaparlar.Planları ise Jin, kendini isyancı olarak göstererek, eski liderin kızı olarak sanılan Mei ile ilişki kuracak, Leo ise Jin ile irtibatı koparmayarak Jin'e destekte bulunacaktır.Mei ile yakınlaşarak, yeni lidere ulaşmaya çalışan Jin hesapta olmayan bir durum ile karşılaşır.Mei ile birbirlerine aşık olurlar.Kalan kısmı anlatmayayım her an spoiler yumurtlayabilirim:)
Kısacası bir Çin Masalı.Doğa manzaraları, dans sahneleri, dövüş sahneleri, ikili arasındaki sahneler, hele o müzikler... Belki konusu aman aman değil ama görsellik nefesinizi kesmeye değer.Yönetmen Yimou Zhang Hero ile nasıl bir iş çıkarmışsa bu filmde de olağanüstü performansını konuşturmuş.Size tavsiyem bu filmi geniş bir ekranda yüksek çözünürlülükte olan bir kalitede izlemeniz.O sahneleri, şiirsel anlatımı, Jin ve Mei'nin güzelliğini ufacık ekranlarınızda öldürmeyiniz :)
İyi Seyirler.
Torrent linki
20 Nisan 2011 Çarşamba
Finding Mr. Destiny ( Kim Jong-ok Chatgi ) 2010
Filmin Adı: Finding Mr. Destiny
Orjinal Adı: Kim Jong-ok Chatgi
IMDB Puanı: 6,1
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt1826714/
Yönetmen: Yu-jeong Jang
Yıl:2010
Ülke: Güney Kore
Tür: Dram, Romantik Komedi
Yine 2010 yapımı güzel bir film tavsiyesi ile devam ediyoruz.
İzlemek ve indirmek için linkini google'da kolayca bulabileceğiniz film hakkında biraz bilgi verelim.
Başrol oyuncumuz olan sevimli mi sevimli Seo Ji Woo, geçmiş dönemlerde yaptığı bir Hindistan gezisi sırasında kendisi gibi güney kore'li olan Kim Jong-Ok ile tanışır ve Hindistan'daki günlerini kendisi ile geçirerek, aşık olur.Yıllar sonra bile bu yaşadığı günleri ve Kim Jong-Ok'u unutamaz.
Bu arada girişimci bir genç tarafından ''Finding Your First True Love Company'' adında bir şirket kurulur ve amaç herkesin yıllar önce yaşadığı, izini kaybettiği aşkları bulmaya yöneliktir.
Seo Ji Woo babası tarafından bu firmaya yönlendirilerek, kendisi istemese de ilk aşkını bulmak için zorlanır.İlk aşkını bulabilmek için ufak tefek tüm ip uçlarından yola çıkarak hemen hemen tüm Güney Kore'yi bu şirketin kurucusu olan genç ile dolaşmaya başlarlar.Bu arada bu yolculukta ikili arasında da bir etkileşim söz konusudur.
Çok tatlı, sıcak ve samimi olan bu filmde sıkılmanız söz konusu bile değil.Çok renkli ve canlı sahneler var.Müzikal görüntüleri, Hindistan güncesi vb. sahneler oldukça başarılı.
Dipnot olarak bu film 2006 yılında Güney Kore'de gösterilmeye başlanan ve başarılı olan Kim Jong-Ok Chatgi müzikalinin sinema uyarlaması imiş.
Benim puanım 7/10.
İyi Seyirler.
18 Nisan 2011 Pazartesi
The Ramen Girl

Hayatta karşımıza her zaman sorunlar çıkar. Bu hayata bir kere gelmişsek eğer; benliğimizi bulduğumuzda, ellerimiz cebimizde hayat basamaklarını çıkamayacağımızı deneyimlerimizle öğreniriz. Hayatın karşımıza çıkardığı sorunların bir son bulması mümkün değil. Hal böyle olunca insanoğlunun her türlü şartlara karşı göstereceği direnç ve sağlayacağı uyum devreye girer. Eğer insanın ruhunda inatçılık ve savaşçılık varsa, her ortama, her soruna direnç gösterir ve uyum sağlar. Ruhunda inatçılık ve savaşçılığın gram ağırlığı yoksa, hadi geçmiş olsun.
İnsanoğlu karşısına bir yol çıktığı zaman bunu nasıl karşılar? Durumun genel perspektifini çıkararak olayın tekniğini kapmaya mı çalışır, yoksa inat ettiği o işin ruhunu kapmaya mı? Görüntü ve teknik belki önemlidir ama o işin içinde yürekten gelen bir dokunuş, iç sesten gelen bir hamur yoksa ortaya çıkacak şey sıradan bir şeydir.
Sevgilisi yüzünden Japonya’ya giden Abby’nin başından geçenler o kadar kolay olmasa gerek. Sırf bir sevgili yüzünden tüm hayatını değiştirecek bir karar alarak Japonya’ya giderseniz ve sevgili daha birkaç ay olmadan Japonya’dan çıkıp giderse sap gibi kalırsınız bir anda ortada. Ya geri döneceksinizdir, ya yabancı bir ülkenin topraklarında yalnızlık tohumlarını yutkunursunuz gözyaşları içinde ya da bir gün balkonunuzdan bakarken, köhne bir Ramen lokantasının karanlık içindeki o çekici kırmızı ışıklarına ve sıcaklığına şahit olur ve oraya gitmek istersiniz. Gidersiniz de..

İnanılmaz bir sağanak yağmur yağarken Ramen lokantasına girersiniz. Kapatılmıştır aslında. Orta yaşı biraz geçkin karı koca işletmektedir orayı. Size Japonca kapalı olduklarını söylerler. Siz Japonca’nın J’sinden bile anlamamaktasınız. Gözyaşları içerisinde ne kadar yalnız olduğunuzdan, dertlerinizden bahsedersiniz. Söylediğiniz tek kelimeyi bile anlamazlar. Sizler de onların söylediği tek kelimeyi anlamazsınız. Neler söylendiği hiç anlaşılmasa bile bazen beden dili, gözyaşları, o masumiyet bir şeyler anlatır. Sizi deli sansalar bile! Önünüze bir tas ramen koyarlar.
Ramen.. Bir yemek. Makarnanın çorbalısı gibi bir şey. Domuz eti suyuna, soya sosuna veya tavuk eti suyuna yapılan ve bir çok malzeme eklenen makarna yemeği. Rameni silip süpürür kızımız. Hemen karşısındaki kedi heykeli el sallar ona. Gülümser. Gözyaşlarından eser kalmaz.
Ertesi gün tekrar gelir ve orada çalışmak ister. Ramen ustasının öğrencisi olmak istediğini söyler. Usta öyle çok çektirir ki! Başlangıçta ne kadar pis iş varsa yaptırır. Tuvaletten kapkacaklara kadar. Çok gaddar bir ustadır kıza karşı. Ama hepsinin bir nedeni vardır.
Filmin sıcaklıkla beni kavradığını, Brittany Murphy’nin oldukça sevimli oyunculuğuyla beni kendisine aşık ettiğini söylemeliyim. Film boyu usta ne kızın söylediklerinden bir şey anlar, ne de kız ustanın bir şey söylediğinden anlar. Bir taraf sürekli Japonca konuşur, diğer taraf İngilizce. Birbirimizin kelimelerini anlamasak bile sanki bir şeyleri hissederiz. Asıl anlatılmak istenen şeyin ne olduğunu, neleri anlamamız gerektiğini ve duygunun sesinin olduğu yere bakmamız gerektiğini.
Bir insanın güçsüz ve ağlak bir ruh haline sahipken, saçma sapan kararlar almışken, başlangıçta aptal gibi görünürken, savaşçı ve inatçı bir ruha bürünüp, kimsenin o güzelliğiyle tuvalet taşlarında dahi sürünmeyeceği bir ruh halinin her şeye göğüs gererek idealist bir yaşamın kollarına atıldığını görmek nasıl bir etkide bulunabilir iç dünyamıza? Devasa bir güzelliğe rağmen hiç burnu büyük davranmamak, çirkin ve sıradan insana bile büyük bir alçakgönüllülükle yaklaşmak, onlara bile sevgi vermek, koca bir kalbe sahip olmak içimizi sıcak tutan bir olgu.
Görüntüsüyle, o zamana kadar olan yaşantısıyla, başlangıçtaki yumuşaklığı ve ağlaklığıyla Japonya’nın ruh ve karakterine tamamen ters olan bir Amerikalı’nın özünde çok inatçı ve savaşçı bir ruh olarak ortaya çıkması, idealistliğinin peşinden koşturması sonucunda asıl mutluluğu ve huzuru yakalaması ve nihayetinde aslında tam bir Japon ruhuna sahip olduğunu kanıtlaması, insanoğlunun her ortama ayak uydurabileceğinin simgesi. Tabii ki inatçı ve savaşçı olmak koşuluyla..
Yıllar boyu nice Amerikalı'ya Japonlar tarafından Uzakdoğu sporları öğretildi filmlerde. Her seferinde bir intikam mücadelesi vardı. Klişe halini almış bir görüntü. Bu sefer yine bir Japon hoca, Amerikalı bir öğrenci. Ama konu dövüş değil. Ruhunu ortaya koyacağın, insanları tadıyla ağlatacağın bir yemek..
Bazılarına göre belki sıradan bir film, bazıları belki hoşlanmaz bile. Bu bakış açısıyla ilgili. Japon ruhuna karşı bir sevgim olduğu aşikar. Önemli olan hayata dair bir şeyler yakalayabilmek. O samimiyet ve alçakgönüllülük.. İçimizin sesini dinlemek. Bazen öfkeyi, bazen de inatçılığı yakalayabilmek.. Sonuna kadar inatçı olmak.
http://www.imdb.com/title/tt0806165/
Not: Brittany Murphy 20 Aralık 2009 tarihinde 32 yaşındayken kalbindeki rahatsızlık nedeniyle vefat eden bir sanatçı. 1970 doğumlu kocası Simon Monjack ile 1,5 yıl evli kalabilmişlerdi. Ölüm onları ayırmıştı. Ama Monjack de 6 ay sonra 23 Mayıs 2010'da vefat etti. Bu anlamda çok üzücü bir yaşam öyküsüdür Murphy - Monjack birlikteliği..
11 Nisan 2011 Pazartesi
Secret Garden (Sikeurit Gadeun)

Eğilmiş, prensi alnından öpmüş.
Önce hançere, sonra prense bakmış
Birden kızın elindeki hançer titremeye başlamış.
Hançeri dalgalara fırlatmış.
Güneş ışınları denizi aydınlatıyorken
denizkızı kendini sulara bırakmış...
..ve denizkızı, denizdeki
su kabarcıklarından biri olmuş.
Küçük deniz kızı gökyüzüne
doğru çıkıp yok olmuş.
Hayat her yönüyle fena halde savaşa benzer. Mücadeleye benzer. Karun gibi zengin olsanız da, tek göz odada yaşayan fakir bir insan olsanız da bir çok problem yakanızı bırakmaz. Bazen hiçbir şey istediğiniz gibi olmaz. İnsanoğlu seçimleriyle yaşar. Önünüzdeki seçimlerden birini seçmeniz demek, diğer tüm seçenekleri öldürmeniz demek. Tek vuruşluk bir haktır bu ve bu yönüyle fena halde ‘golden shoot’a benzer. Tercih edilmeyen seçenekler için son vuruşu yapmışsınızdır. Duyumsadığınız sevgi ve aşk da bu problemlerden biridir. Karun gibi zengin olmanız, delicesine bağlandığınız fakir bir insana sorunsuz sahip olabilmenizi sağlamaz.
Lewis Carroll, Alice ve beyaz tavşan karakterini yarattığında, eserinin dünyaya damga vuracağını ve bir çok felsefi alanda didik didik incelenip, bir çok hayat sekmesinde öncü olarak dikkate alınacağını biliyor muydu, orası muammadır. 19. yüzyılda yaratılmış bir eser yıllarca irdelendi. Beyaz tavşanın peşinden koşturan nice insanoğlu oldu. Olaya basit gözle bakanlar için Alice bir çocuk karakteri, öykü de bir çocuk öyküsüdür. Ama gerçek öyle değildir. Bu öykünün içinde hayatın gizemleri yatar. Seçimlerimiz yatar.Neyi tercih ettiğimiz, hayatımızı nasıl yaşayacağımız, gerçek ile hayal gücü arasında dünyaya nasıl sarılacağımız söz konusudur. Bazılarımız için hayal gücü gerçeğin de ötesidir. Hatta gerçeğin ta kendisidir. Hayallerimizde yaşarız ve gerçekleri yaşayanlardan daha mutluyken buluruz kendimizi. Alice gibi hayallerinin peşinde koşanlar kendi tercihlerini yapmışlardır. İnsanüstü bir yaşam kuyusunun içine düşmüşlerdir.
Aşk hiç ama hiç kolay bir şey değildir. En zor savaşlardan biridir. Alice, Beyaz Tavşan’a nereye gideceğini sorduğunda, Beyaz Tavşan istediği yere gidebileceğini söylemişti. Alice bir türlü emin olamamıştı. Gideceği yer neresiydi? Nereye gitmeliydi? Beyaz Tavşan, bunu kendisinin seçmesi gerektiğini söylemiş ve hangi yolu seçerse seçsin yola devam edeceğini ve gitmesi gereken yere gideceğini söylemişti. Çünkü hangi yolu seçerseniz seçin, ulaşacağınız bir nokta vardır.
Ya da deniz kızı gibi su kabarcıkları arasında kaybolur gidersiniz. Bir hayatı yaşamak, bir aşkı yaşamak bazen denizkızı olmayı gerektirir. Hayatta var olmanıza rağmen aslında yok olmanızı gerektirir. Oradasınızdır ama yoksunuzdur.
Peki bunca kelamı neden ettim? Denizkızı’ndan girip neden Alice’den çıktık? Neden fantastik dünyalara yol aldık ve Denizkızı ile birlikte bilinmeze yol aldık?
Hepsi Secret Garden adı verilen, ölümcül bir Güney Kore dizisi yüzünden.. Kim Joo Won, harika görünüşlü fakat kibirli ve çocukça bir adamdır. Gil Ra-Im ise gözde aktrislerin bile kıskandığı, savaş sanatları bilgisi olan aksiyon filmlerinin dublörü olan bir kızdır. Kim Joo Won bir karun kadar zenginken, Gil Ra-Im tek göz odada yaşayan fakir bir kızdır. Bir gün yolları kesişir bu ikilinin ve hayatları o noktadan sonra eskisi gibi olmayacaktır. Bir savaş başlamıştır. Aşk savaşı ve mücadelesi.. Bir gün tuhaf bir eve girerler. Evdeki yaşlı kadın onlara içmeleri için likör ikram eder. Ertesi gün ikili uyandıklarında, bedenleri ve ruhlarının yer değiştiğini görürler.
Bu ikilinin yaşamları fantastik bir yolculuktur aslında. Aşklarını en güzel ifade edebilecek şey Denizkızı öyküsüdür. Sık sık okudukları “Alice Harikalar Diyarı’nda” eseriyle birbirlerine atıfta bulunurlar yaşamlarında. Bu öyle zor bir aşk öyküsüdür ki, birinin su kabarcıkları gibi patlayıp yok olması gerekebilir. Zor bir yaşam yaşaması gerekebilir. Bu iki harika öyküye atıfta bulunan dizi, bu muhteşem fantastik dokumalarını insanüstü yoğun ve duygusal müziklerle birleştirdiğinde şu an yaşadığınız hayattan kopup gittiğinizi görüyorsunuz. Aslında bu diziyi izleyenlerin her biri Alice’dir. Alice gibi kuyuya düşmüş ve hayallerinde yaşamaya başlamıştır. Bu diziye gömüldüğümde derin kuyuya düşüyor ve hayallerin içindeki gerçekliklere ulaşıyorum. İnanılmaz mutlu oluyorum. Vurucu sahnelerde hemen araya giren o müziklerle ise neye uğradığımı şaşırıyorum. Karakterler güldüğünde gülüyor, ağladığında ağlıyorum. Saflığın ve masumiyetin dokunuşlarını duyumsuyorum; alnımda, kalbimde ve beynimde. Dizinin çekildiği bazı mekanların cennet dokumaları tadında olması vurucu bir etkide bulunuyor. Tıpkı Alice’in yolunu kaybettiği orman gibi.. Hiç bitmesin istiyor insan. Bu öykü hiç bitmesin istiyor..
Dizinin müzikleri için sayfalar dolusu yazmak lazım. Bunca duygu yoğunluğunu bu kadar birebir kapsayan ve cuk diye oturan nadide şaheserleri yazabilmek insanüstü bir ruh hali olsa gerek. Hiç tarzım olmamasına rağmen bu müzikleri o sahnelerle izlediğimde gözyaşlarıma hakim olamadım.
20 bölümlük dizi, özellikle onlu bölümlere geldiğinde dayanılmaz bir ruha haline bürünüyor. O bölüme kadar sürekli gülen, eğlenen, kopan sizler, büyük bir duygusal fırtına ve hayaller dünyasında koşturmaya başlıyorsunuz. Kaldıramıyorsunuz. O yoğunluğu kaldıramıyorsunuz..
Güney Kore görsel sanatında ince bir nüans var. Büyük bir masumiyet ve saflık var. Müthiş bir oyunculuk var. Onlu bölümlere geldiğinde her bölümüyle “A Moment to Remember” tadını almaya başlıyorsunuz. Misal bu filmi dış mihraklar yapsa aynı etkiyi alamazsanız. Bu Güney Korelilerin DNA’sına nüfuz etmiş hastalıklı bir ruh hali olsa gerek. Bu DNA yapısı size evriliyor. Sanat denen şey budur diyorsunuz..
Kim Denizkızı olacaktır? Kim Joo Won mu, Gil Ra-Im mi?
Dizi boyunca iki ana karakterin birbirlerine atıfta bulunduğu ve aşklarını ifade ettikleri Denizkızı öyküsü nedir peki?
Denizkızının, su kabarcıklarından biri olup ölmemesi için ya prensin ya da denizkızının ölmesi gerekiyor. Büyücü bir hançer verip güneş doğmadan önce prensin kalbine saplamasını söyler: “Kanı senin ayaklarını ıslatınca tekrar denizkızı olabileceksin. Köpük haline gelmeden üç yüz yıl yaşayacaksın. Aman acele et! Gün doğmadan önce ikinizden birinin ölmesi gerek.”
Küçük deniz kızı prensi alnından öper. Önce hançere, sonra prense bakar. Kıyamaz. Derken vakit dolar. Birden kızın elindeki hançer titremeye başlar. Hançeri hızla, uzaklara, dalgalara doğru fırlatır.
Güneş ışınları dalgaları aydınlatıyordur. Vücudu hemen eriyiverir. Köpük haline gelir. Köpükler üzerindeki, minik baloncuklardan biridir artık. Bütün baloncuklar havada uçuşuyordur.
Küçük deniz kızı yükseğe, hep daha yükseğe çıkar. Köpükten ve diğer baloncuklardan uzaklaşır.
-“Nereye gideceğim şimdi?” diye sorar, kendi kendine.
-“Gök kızlarının yanına”, der baloncuklardan biri. “Gök kızlarının yanında üç yüz yıl insanlar için iyilik yapabilirsen tekrar insan olabilirsin.”
Gök kızlarının yanına doğru yükselirken doya doya ağlar. Prense son kez bakıp gülümser. Diğer baloncuklarla birlikte, geminin üstünden geçen bulutlara doğru hızla yükselip kaybolurlar.
Hayat gizemli bahçede kaybolmak gibi değil midir zaten? Bu dizi belki de dünyanın en iyi dramalarından biri. Beni Six Feet Under kadar yerin dibine gömmüş bir mükemmellik..
Ve işte dizinin o ölümcül parçaları.. Hiç tarzım olmamasına rağmen beni yıkan bu parçaları, dizinin yoğunluğuna bağlamak lazım..
6 Nisan 2011 Çarşamba
Daisy (Deiji) 2006
Orjinal Adı: Deiji
IMDB Puanı: 7,3
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt0468704/
Yönetmen: Wai-keung Lau
Yıl:2006
Ülke: Güney Kore&Hong Kong
Tür: Dram, Romantik
Torrent: http://torrentz.eu/3d19d4b0ce359d
cac9262c3ef974603bbda08e6e
Güney Kore'nin dram türünde çok güzel ve özel filmlerinin olduğunu sanırım bilmeyen yoktur.Tavsiye üzerine kısa zaman önce izlediğim ve hayran kaldığım bu film ile ilgili bir kaç kelam edelim, izninizle.
Film hakkında kısaca bilgi verecek olursam; Başrol oyuncularımızdan biri olan Hye-Young, Amsterdam'da yaşayan, geçimini şehrin meydan'ında resim yaparak ve kendi tablolarını satarak kazanmaktadır.Diğer başrol oyuncumuz Park Yi (Woo sung-Jung) ise uyuşturucu ticareti yapan bir mafya'nın kiralık katilidir.Park Yi bir gün papatya tarlasında resim yaparken gördüğü Hye-Young'a aşık olur ve kendisini takip ederek resim yaptığı meydan'ın karşısında bir daire kiralayarak her gün kendisini izlemekte ve de çalıştığı yere her gün papatya bırakmaktadır.Bu arada bir türlü kendisini gösterme cesareti bulamaz.Hye- Young ise her gün karşılaştığı bu manzara ile sevinmekte ve de bu esrarengiz kişiye git gide aşık olmaktadır.
Hye young bir gün meydanda elinde papatya olan bir adam görür ve tesadüf eseri 4.15'te orada bulunan adam'ı (bu arada çiçekler her gün 4.15'te bırakılmakta) gizemli kişi zanneder.Halbuki adam Interpol adına çalışan ve uyuşturucu mafyasının peşinde olan bir polistir.Meydan'daki tanışma sonrasında polis'te Hye Yong'a aşık olur.Fakat bu üçlü için zorlu bir süreç başlamış, içinden çıkılması zor bir dönemece sokmuştur.
Bu filmde hayranlık uyandıracak noktalar öykünün Amsterdam'da geçiyor olması. Özellikle yönetmen çekimleri büyük bir titizlikle tamamlamış.Seçilen mekanlar, özellikle açık alanlar (papatya tarlası, Haarlem meydanı gibi), Müzikler, Aşk'ın yine en saf hali ve tabii ki başroldeki iki isim.
Yine aşkın, umudun, beklemenin en güzel anlatıldığı filmlerden biri ''Daisy''. Başroldeki kızın masumiyeti, Woo- Sung Jung'un büründüğü katil profili'nin ardında yatan ''beyaz atlı prens'' gerçeği.Filmin sonlarına doğru göreceksiniz bu aşk üçgeninde iyi-kötü rolleri epey değişiyor.Şaşırtan ve sevilen kısmı da bu sanırım.''Klasik'' bitmemesi.
Benim puanım 8/10.
İyi Seyirler.
5 Nisan 2011 Salı
5 Centimeters per Second (Byôsoku 5 senchimêtoru) 2007
Filmin Adı: 5 Centimeters per Second
Orjinal Adı: Byôsoku 5 senchimêtoru
IMDB Puanı: 8,0
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt0983213/
Yönetmen: Makoto Shinkai
Yıl:2007
Ülke: Japonya
Tür: Anime, Dram, Romantik
Torrent;http://torrentz.eu/search?f=+5+Centimeters+per+Second
Çok fazla Anime izlemeyen biri olarak bu filmi ne kadar sevdiğimi anlatamam.İzlemek isteyenlere küçük notlar verelim öncelikle.
Film 3 bölümden oluşuyor ve romantik/drama türünde süper bir anime.Mutlaka izleyecek olanlar kendilerinden birşey bulacaklardır hikayelerde.İlk bölüm iki aşığın tanıştığı zamanı yani ilkokul zamanlarını, ikinci bölüm Lise zamanlarını, üçüncü bölüm ise artık yetişkin zamanlarını ele almaktadır.Bu arada bu iki aşık, ilkokul dönemlerinde iken ailelerinin iş için farklı yerlere taşınması nedeniyle ayrı kalmışlardır fakat onları birbirlerine bağlayan şey mektuplardır.Anime'de en beğendiğim özellik, aşıkların birbirlerine sürekli olarak mektup göndermesi.İşlenilen zamanda e-posta zaten yok ve cep telefonları da çok kullanılan aletler değil.Birbirinden uzak olan bu iki aşık gündelik yaşamlarında neler yaptıklarını ve birbirlerine olan özlemlerini bu mektuplarda dile getiriyor.
Ayrıca şahane bir görsel şölen var anime'de.Çizgilere değinmeden geçemeyeceğim.Görüntüler, müzikler ile birebir örtüştüğünde tadından yenmiyor.Hani her gün izleyebileceğiniz türden bir anime olmuş :)
Şiddetle tavsiye etmekteyim.Benim Puanım 9/10.
İyi Seyirler.