Güney Kore etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güney Kore etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mart 2013 Cumartesi

Uzakdoğu film önerileri

Herkese Merhabalar,

Yine çok uzun zamandır bir şey yazmıyordum.Bu sefer minik bir şey paylaşmak için geldim bloga. Önümüzdeki günlerde film yazmaya, önermeye devam edeceğim.Takipte kalınız :)

Şöyle linkten ulaşabileceğiniz, tüm filmlere kefil olduğum kendi uzakdoğu filmleri listemi paylaşayım.Orası da ara ara güncellenecek tabii ki.


İyi Seyirler şimdiden :)

19 Nisan 2012 Perşembe

Happy Together

Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilemiyorum...

Geçtiğimiz hafta izledim bu filmi.Çok uzun süredir, uzakdoğu klasörümde, izlenecekler arasında duruyordu.Kar Wai Wong'un yalnızca 2-3 filmini izlemiş biri olarak kendi kendime söz vermiştim önümüzdeki şu 2 hafta boyunca yönetmenin en çok yorum alan ve beğenilen filmlerini izleyeceğim diye.

Happy Together ile başladım.Öncesinde filme ait ne bir yorum okudum, ne bir sahne gördüm.Trailer bile izlemedim.Yalnızca puanına ve çok da basit olarak konusuna baktım.Önce filmin biraz konusuna değineyim sonra da bende yarattığı etkiye.


Orjinal ismi ''cheun gwong tsa sit'' olan Hong Kong'dan, Arjantin'e kadar uzanan bir hikayeyi anlatan bu film, 1997 yapımı buram buram old school görüntüler taşır.Ana karakterlerimiz Ho Po-wing ve Lai Yiu-fai eşcinsel bir çifttir.Hong Kong'dan Arjantin'e gelerek Buenos Aires'te yaşamaya başlarlar.Aslında amaçları Iguazu Şelalesine gitmektir.Aralarında bir takım sorunlar yaşayan çift, sürekli barışıp, ayrılırlar.Filmin başından itibaren bu durumu defalarca yaşıyoruz.Filmin sonunda ise ''Happy together'' 'ın ne anlama geldiğini anlıyoruz aslında.

Ho Po-wing aslında hep sorunu yaşatan kişi.Hani bazı ilişkiler çıkara ya da anlık hazlara bağlıdır ya.İşte  Ho Po-wing karakteri gerçekten böyle bir durumda bu ilişkide.Sürekli sorunlar çıkaran ama sonunda hiç bir şey yaşanmamış gibi ''yeniden başlayalım'' diyen taraf oluyor.Ama ilişkiye başladıktan sonra ise sorumsuzca davranmaya devam eden, sevdiğinin kıymetini de bilmeyen taraf.


Lai Yiu-fai ise ilişkiyi sahiplenen, gerçekten seven, sevdiği kişi ile zaman geçirmekten aldığı hazzı hiç bir şeyde bulamayan, adeta yavrusunu seven, besleyen, kollayan bir anne şefkati ile sevdiği adama bağlanmış bir karakter.Film boyunca Lai yiu'ya üzülüyorsunuz, onun bu ilişkide yaşanan sorunları hak etmediğini düşünüyorsunuz ama gerçekten gerçek hayatta olan ve bir çok insanın yaşadığı şeyleri gözümüze gözümüze sokan Kaw Wai Wong'un bu filmde anlattığı hikayede sizi en çok cezbedecek şeyi size söyleyeyim; Bu ilişkiyi sadece ''Eşcinsel'' kategorisinde değil normal bir ilişki gibi bize aktarmış olması.Yani nasıl desem hani bir çok eşcinsel temalı film vardır.Gay'lerin günlük hayatını, birbirlerini nasıl tavladıklarını irdeleyen ve direk ''seks'' teması ile öne çıkan.İşte bu tam tersi.Ve az çok başınızdan geçen bir ilişkide başınıza benzer şeyler gelmişse, bu film sizi mahvedebilir.


Seks dışında bir insana yemek yapmayı, beraber yemek yemeyi, saatlerce, hiç bir şey yapmadan, tek kelime etmeden anlaşabilmeyi, gözlerinin içine bakabilmeyi, beraber hayattan zevk almayı isteyen taraf Lai Yiu.

Mesela bazı sahneler var spoiler'a girebilir ama anlatmak istiyorum.Misal aşağıdaki sahne'de şöyle bir şey oluyor.Ho po-wing dayak yemiş ve şehirde sığınabileceği tek yer tabii ki Lai yiu-fai'nin yanı.Her ne kadar tekrar bu zorlu ilişkiye başlamak istemese de sevdiği için elinden bir şey gelmiyor ve yine onu kabul ediyor.Günlerce ona bakıyor, yemek yapıyor.Bu sahnede de elleri bandajlı olduğu için sigara içemiyor.Lai yiu sigarasını içerken onun da canının çektiğini görüyor ve sevdiği adamın dudaklarına götürüyor sigarayı.Ho po ise bir fırt alıp mutlu oluyor ve sevgilisinin omzuna yatıveriyor ve ardından Asto piazolla giriyor...


Aslında çok sahne var anlatılması gereken.Ben en iyisi susayım ve size bırakayım hikayeyi.

Film adeta dantel gibi tek tek işlenmiş.Müzikler, geçiş sahneleri, ışıklar, çekim mekanları, Lai yiu'nun sigara içişleri, bakışları, çaresizliğini ve aşkını anlatan sahneleri...

Ve '' Burada ikimiz olmalıydık'' sahnesi ile mükemmel bir film.



Sanırım en kısa zamanda filmi tekrar ve tekrar izleyeceğim.

20 Mart 2012 Salı

Harmony

2010 yılı yapımı olan bir Güney Kore filmi ile daha yazılarımıza devam ediyoruz.


Afişten de dikkatinizi çekeceği gibi tanınmış bir isim var bu filmde.''Lost'' dizisinden tanıdığımız Yunjin Kim nam-ı diğer ''Sun'' başrolde oynuyor.

Harmony, farklı suçlar nedeni ile ceza evine düşmüş, bir arada yaşam mücadelesi vermeye çalışan kadın mahkumların hikayesini anlatan bir dram filmi.Yunjin kim ise ceza evine girdiği sırada hamile olması nedeni ile bebeğini ceza evinde doğurur.Yasalar gereği 18 aylık iken bebek evlatlık verilmek zorundadır ve bebeğini dışarıda bir gün olsa bile görebilmek için ceza evindeki kadınları ikna ederek bir koro kurar.Ne şans ki yıllar önce koro şefliği yapan bir mahkum bulunmaktadır koğuşlarında.Bu koro tüm kadın mahkumların hayatını değiştirmeye yetmiştir.Her anları beraber ve uyum içinde geçmeye başlamış, aralarında anlaşmazlık olan mahkumlar bile dostluk adımları atmışlardır.Sesi kötü olan, kendine güvenemeyen mahkumlar yüreklendirilerek herkese koroda  bir görev verilmiştir.Bu sayede Yunjin kim, bebeğini bir kere bile olsa dışarıda görmek hayali ile yanıp, tutuşur.


Kurdukları grup ceza evi yönetimini de etkilemiş, dışarıda konserler bile vermeye başlamışlardır.

Dram severlere önerebileceğim bir film.Her ne kadar daha iyi olabilir gözüyle baksam da, hikaye de yer yer kopukluklar olsa da bütününde sevebileceğiniz bir film olarak düşünüyorum.En azından mücadele, hayattan vazgeçmeme, bulunduğu koşullara boyun eğmeyen insanları anlatan bir film olması nedeni ile izlenmeye değer.

2 Şubat 2012 Perşembe

Antarctic Journal

Yine uzun bir aradan sonra güzel bir film önerisi ile döneyim dedim.

Bu sefer önereceğim filmin orjinal adı Namgeuk-ilgi , Antarctic Journal olarak da biliniyor.2005 yapımı, Güney Kore Sineması'na ait bu film bir doğa yolculuğunda gelişen olayları konu ediniyor.


Kısaca filmden bahsedecek olursak, Antartika'ya giderek, soğukluğu -80° C'de olan erişilemeyen bölge olarak bilinen yere doğru gitmeye çalışan 6 Güney Kore'li dağcının başından geçen olayları anlatıyor.Dağcılar, 6 ay süren gün batımı dönemi gelmeden önce bu bölgeye ulaşarak, yolculuklarını tamamlamak istiyorlar.

Yolculuk sırasında bir arkadaşlarının zor şartlar sonucunda hastalanması ve geride kalması sebebi ile kaybediyorlar.Bu olayın yaşanması gizemli olayların başlangıcı oluyor.


Yıllar önce bu bölgede, aynı amacı gerçekleştirmek isteyen İngiliz dağcılara ait eşyalar ve hatta birisine ait bir ceset buluyorlar.Bir adet de bu macerayı anlatan, ama sayfaları okunmayan bir günlük buluyorlar.


Zor hava koşulları nedeni ile merkez ile bağlantılarını kaybediyorlar.Bu arada bir arkadaşlarını daha kaybeden ekip, yola 4 kişi olarak devam ediyor.Bir yandan bu noktadan sonra yolculuğa son vermek isteyen dağcılar varken, bir yandan da onlara karşı çıkan ve sonuna kadar bu yolculuğu sürdüreceklerini söyleyen Choi Do arasında çekişmeler baş gösterir.Filmin ilerleyen sahnelerinde Choi Do'nun bu yolculuk sırasında nasıl başka bir insan haline geldiğini, kendini kaybettiğini, ve ekip arkadaşlarını nasıl bir durum içine soktuğunu görmek mümkün.(Daha fazla detay vermeyeyim, yoksa spoiler yumurtlayacağım:) )


Başrol oyuncusu Kang-ho Song'u bir çok Güney Kore filminden tanıyoruz.(The host, Memories of murder, Sympathy for Mr. Vengeance, Thirst vs.) Canlandırdığı karakter her ne kadar filmin ilerleyen sahnelerinde insanı rahatsız etse de, rolünün hakkını verdiğiniz söyleyebiliriz.Fakat film hakkında tek eleştirim filmin sonunun  çok boş bırakıldığı.Beklemediğim şekilde bağlanmadı maalesef.Senaryo burada çok zayıf kalmış.Joon-ho Bong böyle yapmazdı ama inanın çok şaşırdım.

Yine de güzel bir psikolojik-gerilim sizi bekliyor.

5 Haziran 2011 Pazar

A Barefoot Dream (2010)

450 yıldan fazla süre, Doğu Timor Portekiz sömürgesiydi. 1975'de, bağımsızlıklarını kazanmalarından 9 gün sonra, Endonezya adayı... ...işgal etti ve 60.000 kişi öldü. 24 yıllık işgal sürecinde, halkın çeyreği, yani 200.000 kişi öldü. 1999'da, uluslararası örgütlerin bastırmasıyla... ...Endonezya adadan çekildi. Ancak, Endonezyalı milislerin bağımsızlık karşıtı savaşları yüzünden... ...binlerce insan öldü. Daha fazlası da evlerini kaybetti. 2002'de Doğu Timor sonunda bağımsız oldu. Ancak kin ve çatışmalar hala devam ediyor.

Filmimizde Koreli aktörler haricinde, geriye kalan tüm oyuncular acemidir.
Filmimiz Koreli bir antrenörünün ve Doğu Timor'daki oyuncularından esinlenerek hazırlanmıştır.

Kim Won-gwang para kazanmak için borç alıp Endenzoyada bir fabrika kurmuş olmasına rağmen kandırılmış ve iflas etmiştir. Yeni bir iş için Doğu Timora giden Kim Won-gwang kandırılman eşiğinden Kore büyük elçiliğinde çalışan Park kurtarmıştır. Büyük umutlarla gelen Kim Won-gwang hayal kırıklığına uğramış olmasına rağmen boş bir arsada yalın ayak futbol oynıyan
çocukların maçını seyretmeye başlar ve aklına bir fikir gelir. Bu fikir Spor ürünlerinin satıldığı bir dükkan açmaktır. Lakin unuttuğu birşey var halkın bir ekmek bile almaya gücü yokken,

pahalı malzemeleri nasıl satın alabileceği? Günde bir dolar karşılığında oyunculara ayakabı satmayı planlar. Tekrar hayal kırıklığına uğrayan Kim Won-gwang bu seferki amacı Ramos, Mottavio, Dooa  ve diğerlerini aynı takımda hazırlayıp Hiroşima'daki 30. Rivelino Kupasında oynatmaktır.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

10 Adet Uzakdoğu Sinemasına Bir Bakış

Innocent Steps

Güney Kore’nin en iyi dans hocası olan karakterimiz, dans gösterisinin finalinde aynı zamanda gerçek hayatta eşi olan dans eşinin kendisini terk etmesinden sonra, yetmezmiş gibi komploya kurban giderek dizinden yaralanarak dans dünyasından ayrılıp sefilleri oynamaya başlamıştır. Çok ağır ruhsal travmalar geçirir ve hayatı alt üst olur. Öğretmenlik yaptığı dans okulunun sahibi bir gün Çin’den çok iyi bir dansçı getireceğini ve yarışmaya katılmasını söyler. Zoraki kabul eder. Çin’den güzel kızımız gelir. Ama anlaşılır ki, bu kız beklenen kız değildir, gelmesi beklenen kızın kız kardeşidir. Berbat şivesi yetmezmiş gibi, değil dans etmek; topuklu ayakkabı ile yürümekten bile acizdir. Olaylar birbirini kovalar ve üç aylık süre içerisinde yarışmaya katılması gereken bir dansçı yaratılması istenir kahramanımızdan. Sürükleyici bir konu, etkileyici dans kareografileri, her zamanki gibi rüyalarımıza girecek sevimlilikteki bir karakter ve aşkın bambaşka tarifini bizlere sunan ateşböcekleri.. Ateşböceği yumurtalarının büyüyüp ateşböceğine dönüşmelerini beklemek, aşkın kendine özgü acısı ve sabrını ifade eder aslında. Filmin nihayetinde ateşböceğinin, bir aşkın hikayesini epik bir havaya bürümesi etkileyici.

Invitation Only

Bir CEO’nun şoförlüğünü yapan kahramanımız, patronu tarafından özel bir davetiye yoluyla katılma imkanı olan özel bir partiye gönderilir. İş dünyasında adından söz ettiren ve önemli işler yapan şirketlerin önemli isimlerinin davet edildiği parti, bünyesine kattığı yeni üyelerin hayallerini hemen gerçekleştirmek gibi bir misyon edinmiştir. Kahramanımız da sevaplanır hayalin gerçekleşmesinden. Akabinde gerçekleşen olaylar ise şaşkınlık vericidir. Bu filmi baştan aşağıya izleyebilmek sağlam bir mide gerektiriyor..

Izo
Takashi Miike’nin belki de en anlaşılmaz, sinir bozucu ve sabır törpüsü filmidir. Film içeriğinde dünya tarihi, savaşlar, insan ırkının acımasızlığı ve kötülüğü, dinlerin etkisi, iyi ve kötünün savaşını anlatmak konusunda önemli mesajlar verse bile bunu kurguya dönüştürmesi, aksiyon görüntüleri, bazen geçmişte bazen gelecekte geçen zaman dalgalanmaları, 16. yüzyıldan 21.yüzyıla garip garip atlayışları derken sürrealist dokumaları anlaşılmaz dokunuşlar halini alıyor. Bana göre bu filmin bir numaralı yıldızı, film boyunca klasik gitarıyla muhteşem tınılar döktüren amcamızdır. Aslında önerilecek bir film değildir ama derin bir rahatsızlık, eziyet, absürdlük örneğine şahitlik etmek istiyorsanız göz atmanızda fayda var. “Bu ne yahu” deyip durdum filmi izlerken ama, izlemeyi düşünüp de hala izlemeyenler varsa ön izlenim olsun bu kısacık pasaj onlara.. Izocam berraklığı beklemeyin.

Neighbour No.13
Liseye giderken şerefsiz Akai ve arkadaşları tarafından sürekli iğrenç şakalara maruz kalan kahramanımız, bir gün aynı kavatların yüzüne asit dökmesi sebebiyle yüzü deforme olur. Aradan yıllar geçer. Şantiyede işçi olarak çalışan kahramanımız 13 numaralı dairede kalırken, şerefsiz Akai de aynı şantiyede ustabaşı olarak çalışmaktadır ve 23 numarada karısı ve çocuğuyla yaşamaktadır. Kahramanımız adeta şizofreniye bağlamıştır. Söz konusu şizofrenik durum sadece akıl sağlığı için değil, yüzünün şekli için de geçerlidir. İyiliğe bağlandığında bir sineği bile ezemez ve masum bir yüz şekline sahiptir. (Bkz. Afiş. İyi ve kötü yönüne atıfta bulunur.) Kötülüğe bağladığında ise tam bir gaddardır ve deforme olmuş suratıyla korku salar. Doğaüstü dokunuşlarıyla gizeme bağlayan film, inanılmaz bir intikam öyküsünden şaşırtıcı örneklemeler sergiliyor.

Memories Of Matsuko
Bana göre sinema tarihinin en muhteşem eserlerinden biridir. Dancer In The Dark, Amelie, Big Fish gibi filmlerin müptelası olan kişiler, bu filmin içeriğindeki yoğunluğa şahit olduklarında, hepsinden bir parça barındırdığını ve onların ötesinde bir saflıkla kaplı olduğunu göreceklerdir. Müzisyen olmak için Tokyo’ya kaçan ama başarılı olamayan kahramanımız, bir sabah uyanır uyanmaz baş ucunda babasını görür. Babası ona halasından bahseder. Acılı bir hayat yaşamıştır ve ölmüştür. Arkasında leş gibi ev bırakmıştır. Baba, oğlundan halasının evini temizlemesini ister. Kahramanımız halasının evini temizler ve akabinde onun hayatına dair her şeyi öğrenmeye başlar.

Matsuko’nun başından geçenlerin anlatıldığı film, resmen epik bir destan. Hayat, insanlar, sevdiği tüm insanlar darbelerini indirmiştir Matsuko’nun yüreğine. Ama o her seferinde sevmekten vazgeçmemiştir. Karşılıksız sevmiştir. Bir kamyon dolusu dayak yerken bile sevdiğine inanılmaz bağlanmıştır. Bu bir kadının hikayesi. İçinde bağlılık da var, yalnızlık ağıtı da. Bir hayat bir başkası için değiştirilmemelidir, birey olmak önemlidir ama Matsuko bunu bir türlü başaramamıştır. Koşulsuz sevmek ve her şeye rağmen affetmek Tanrı’ya özgüdür ama, Matsuko’nun hayatına göz attığınızda, onun yaratıcından ne eksiği olduğunu göreceksiniz. Muhteşem, muhteşem, muhteşem..Özellikle yüzü bir türlü gülmeyen babasını mutlu etmek için Matsuko’nun yaptığı bir mimik vardır ki, sırf babası mutlu olsun diye yıllar boyu o hareketi yapması ve bazen delilikle suçlanması muazzam bir andır. İşte o meşhur hareket:
Yatterman

Takashi Miike’nin çocuk filmi yaptığı pek görülmez ama yaparsa da ortaya fantastik, manyağa bağlamış, romantik, aksiyonların tavan yaptığı ve coşkulu bir eser çıkar. Film boyunca bir saniye dahi sıkılmazsınız ve filmin özünde iflah olmaz bir çocuksuluğun sinema perdesine yansıyışını görürsünüz. Miike gibi bir yönetmenin ne kadar görgüsüz olduğu malumunuz ama çocuksuluğundaki görgüsüzlük bir başka.

The Message (Feng Sheng)
Çin sinemasının muhteşem bir görsellik taşıdığı malumunuz. Çağlar öncesinin savaş filmlerini bize hangi perdeden ve çekim kalitesinden izlettiklerini biliyoruz. 1942 yılında Japonya tarafından işgal edilen Çin’de bir Japonya köpekliği söz konusudur ve bağımsızlığı kazanmak üzere yapılan her hamle Japon hükümetinin baskısıyla yalıtılmaya çalışılmaktadır. Çin’in önemli bir kurumunda çalışan dört kişi casusluk şüphesiyle göz altına alınırlar ve Usual Suspect tadında bir hikaye çıkar ortaya. Casus kim yahu diye aklımızı yerken muhteşem örülmüş bir hikaye bizleri esir alır. Hem de muazzam bir çekim tekniğiyle. Şiirsel bir film böyle olur. Adeta bir tablo tadında izlenen kareler böyle çekilir.

Bodyguards And Assassins
Bağımsızlık mücadeleleri ve faşizme başkaldırmak harika hikaye örgüleri sunar bize. Birçok toplumun ve ülkenin kendi içinde yaşadığı mihenk taşı dönemler vardır. Akabinde de dökülen kanlar sonucunda gelen devrimler. Peki Çin yeni bir cumhuriyeti nasıl kurmuştur? 1911’de Çin Devrimi ile Mançu hanedanlığının sona ermesini konu alan film, bir cumhuriyet kurmak isteyen Sun Yat Sen’in iktidarı ele geçirebilmesi için yandaşlarının nasıl çalıştığını, ne acılar çektiği ve ne kanlar döktüğünü tarihi dokunuşlarla anlatıyor. Filmin en güzel ve en vurucu tarafları, dikkatlice seçilmiş karakterler ve her karakterin etkileyici tavırlar ve fedakarlıklarıyla kalbimizi ısıtması. IP Man’den tanıdığımız Donnie Yen’in de rol aldığı film, muazzam dokunuşlara ve çok sürükleyici bir öyküye sahip. Bu bir dövüş filmi değil; fedakarlığın, özgürlük arayışının ve kanlı bir devrimin öyküsüdür. Zaten günümüz Çin Cumhuriyeti’nin kurucusu da Sun Yat Sen’dir. Film boyu bizlere sunulan özgürlükçü fikirlerin günümüz Çin dünyasında ne kadar farklı bir hal aldığı ilginç bir konu.

Tonari no Totoro (My Neighbour Totoro)
Ayı, hamster, baykuş, köstebek karışımı bir orman perisi bu kadar mı şirin olur? Bir Japon veledi bu kadar mı dişlenesi, yanağı sıkılası, döve döve sevilesi olur? Bilinmeyen bir film de değildir. İzlenme rekorları kırmış, muazzam bir animedir. Grave of the Firefly insanın ruhunu karartırken, minicik kalan yaşam sevincini elimizden alırken ve bizi dipsiz bir depresyon kuyusuna atarken, Tonari no Totoro başından sonuna kadar müthiş bir yaşam sevinci verir. Depresyon namına hiçbir şeyiniz kalmaz. Animenin içine girip sizin de rol kesesiniz gelir. Oradaki minik veledi ısırabilmek için her şeyimi verirdim. Bir film bu kadar neşeli, hayat dolu, müthiş etkileyici ve sevimli olabilir.

Totoro adı verilen devasa ama oldukça sevimli olan sadece çocuklara görülen bir orman perisiyle, annelerinin hastalığı nedeniyle üzüntülü olan iki küçük Japon çocuğunun başından geçenlerin anlatıldığı hikaye, bu iki kızın babalarıyla yeni bir köye taşınmalarıyla başlar. Öyle fantastik ve sevimli öğeler içerir ki “kedi otobüsü” gördüğümde, özellikle içindeki o rahatlığa şahitlik ettiğimde şok geçirmiştim. Miyazaki Hayao babanın bir çok anime filmi kusursuza yakındır. Hatta kusursuzdur. Spirited Away ve Princess Mononoke diğer bilindik eserleridir. Özellikle Princess Mononoke’deki orman perileri de beni benden almıştı. Muazzam sevimli karakterler yaratıyor Miyazaki baba.. Eğer canınız sıkılmışsa, depresyona girmişseniz ve yaşam sevincinizi kaybetmişseniz alın başa izleyin. Tekrar tekrar izleyin..

Gel de dişleme ulan!!! Baldırına baldırına geçireceksin dişlerini, bezini yesinler ulan bebiş :)



Zebraman
Yine Takashi Miike, yine muazzam eğlenceli bir film ve yine arıza bir hikaye örgüsü. Kendi içinde sıkışıp kalmış ve adeta bir ezik hayatı yaşayan, öğrencilerince iplenmeyen orta yaşlı bir öğretmenin süper kahraman haline dönüşünün anlatıldığı film, şu ana kadar izlediğim en eğlenceli ve komik süper kahraman filmiydi kesinlikle. Hikayeye gelince, yıllar önce TV dizisi olarak yayınlanan Zebraman isimli dizi, 13 bölüm yayınlandıktan sonra kaldırılır. Öğretmenimiz ise yıllardır Zebraman'i kendi içinde yaşatmış bir hayrandır. Sıradan hayat yaşayan, çocukları ve karısı tarafından adamdan sayılmayan adamımız, geceleri kapılarını kapatarak kendi diktirdiği Zebraman kostümüyle odasında saçma sapan hareketlerle takılmaktadır. Bir gün sınıfına gelen tekerlekli sandalyeye mahkum öğrencisiyle uzun muhabbetlere girer ve onun da Zebraman hayranı olduğunu öğrenir. Bu muhabbetler geliştikçe bir çok gizem ortaya çıkar. Olaylar gelişir. Japonya büyük bir tehditle karşı karşıyadır. Japonya'yı ve dünyayı uzaylılar istila etmiştir ve yıllar önce TV'de yayınlanan Zebraman senaryosunda olan her şey bir bir gerçekleşmeye başlar. Peki Japonya ve dünyayı kurtaracak olan Zebraman kim olacaktır? Tabii ki ezik öğretmenimiz. Bu filmde ABD'ye büyük bir taş atmaktadır Miike. Dünyayı her zaman siz mi kurtaracaksınız ulan deyyuslar. Ama Miike'nin dünyayı kurtarışı bir başka.

Filmin ana teması ise oldukça basit. İstersen, hayal ettiğin her şeyi elde edersin. Yeter ki hayal et ve peşinden koş..

20 Nisan 2011 Çarşamba

Finding Mr. Destiny ( Kim Jong-ok Chatgi ) 2010



Filmin Adı: Finding Mr. Destiny
Orjinal Adı: Kim Jong-ok Chatgi
IMDB Puanı: 6,1
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt1826714/
Yönetmen: Yu-jeong Jang
Yıl:2010
Ülke: Güney Kore
Tür:  Dram, Romantik Komedi







Yine 2010 yapımı güzel bir film tavsiyesi ile devam ediyoruz.


İzlemek ve indirmek için linkini google'da kolayca bulabileceğiniz film hakkında biraz bilgi verelim.


Başrol oyuncumuz olan sevimli mi sevimli Seo Ji Woo, geçmiş dönemlerde yaptığı bir Hindistan gezisi sırasında kendisi gibi güney kore'li olan Kim Jong-Ok ile tanışır ve Hindistan'daki günlerini kendisi ile geçirerek, aşık olur.Yıllar sonra bile bu yaşadığı günleri ve Kim Jong-Ok'u unutamaz.




Bu arada girişimci bir genç tarafından ''Finding Your First True Love Company'' adında bir şirket kurulur ve amaç herkesin yıllar önce yaşadığı, izini kaybettiği aşkları bulmaya yöneliktir.


Seo Ji Woo babası tarafından bu firmaya yönlendirilerek, kendisi istemese de ilk aşkını bulmak için zorlanır.İlk aşkını bulabilmek için ufak tefek tüm ip uçlarından yola çıkarak hemen hemen tüm Güney Kore'yi bu şirketin kurucusu olan genç ile dolaşmaya başlarlar.Bu arada bu yolculukta ikili arasında da bir etkileşim söz konusudur.


Çok tatlı, sıcak ve samimi olan bu filmde sıkılmanız söz konusu bile değil.Çok renkli ve canlı sahneler var.Müzikal görüntüleri, Hindistan güncesi vb. sahneler oldukça başarılı.




Dipnot olarak bu film 2006 yılında Güney Kore'de gösterilmeye başlanan ve başarılı olan Kim Jong-Ok Chatgi müzikalinin sinema uyarlaması imiş.


Benim puanım 7/10.


İyi Seyirler.

13 Nisan 2011 Çarşamba

A Petal (Ggotip) 1996



Filmin Adı: A Petal
Orjinal Adı: Ggotip
IMDB Puanı: 7,6
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt0114119/
Yönetmen:Sun-Woo Jang
Yıl:1996
Ülke: Güney Kore
Tür:  Dram
Torrent: 
http://www.asiatorrents.com/index.php?page=torrent-details&id=df2080ace3ca3d9f1ec301db19ba048aaaa94b2a



Gerçek olaylardan esinlenilerek yazılmış bir hikaye...


Film, aklını yitirmiş ve kimsesiz olan bir genç kızın, başı boş olarak sokaklarda dolaşırken, yolda gördüğü bir adam'ın peşine takılması ile başlıyor.
Flashback'ler ile hikayenin tamamını öğrenebildiğimiz bu filmden bahsedecek olursak, 1980 yılında, askeri darbenin yönetime el koymasının yıl dönümünde yaşanan, yapılan protestolarda askerlerin yüzlerce göstericiyi katlettiği Gwangju katliamında, Annesi öldürülen genç kızın bu olaylar sonrasında tamamı ile değişen yaşamından bahsetmektedir.Annesinin öldürülme anı, kendisinin de içinde bulunduğu katliam anlarının görüntüleri gözünün önünden gitmemektedir.Olaylardan sonra evsiz, kimsesiz kalan ve akli dengesini de yitirmiş olan kızın kötü muameleye ve de defalarca tecavüze maruz kaldığını film boyunca izliyoruz.
Yaşanan siyasi olayların bir hayatı ne derecede ''kötü'' olarak etkileyebileceğini Yönetmen bu filmde yeterince gözler önüne sermiş.Gösterildiği yıllarda bir çok festival'den ödüllerle dönen bu filmi şiddetle tavsiye ediyorum.


Puanım 8/10.


İyi Seyirler.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Secret Garden (Sikeurit Gadeun)

Eğilmiş, prensi alnından öpmüş.

Önce hançere, sonra prense bakmış

Birden kızın elindeki hançer titremeye başlamış.

Hançeri dalgalara fırlatmış.

Güneş ışınları denizi aydınlatıyorken

denizkızı kendini sulara bırakmış...

..ve denizkızı, denizdeki

su kabarcıklarından biri olmuş.

Küçük deniz kızı gökyüzüne

doğru çıkıp yok olmuş.

Hayat her yönüyle fena halde savaşa benzer. Mücadeleye benzer. Karun gibi zengin olsanız da, tek göz odada yaşayan fakir bir insan olsanız da bir çok problem yakanızı bırakmaz. Bazen hiçbir şey istediğiniz gibi olmaz. İnsanoğlu seçimleriyle yaşar. Önünüzdeki seçimlerden birini seçmeniz demek, diğer tüm seçenekleri öldürmeniz demek. Tek vuruşluk bir haktır bu ve bu yönüyle fena halde ‘golden shoot’a benzer. Tercih edilmeyen seçenekler için son vuruşu yapmışsınızdır. Duyumsadığınız sevgi ve aşk da bu problemlerden biridir. Karun gibi zengin olmanız, delicesine bağlandığınız fakir bir insana sorunsuz sahip olabilmenizi sağlamaz.

Lewis Carroll, Alice ve beyaz tavşan karakterini yarattığında, eserinin dünyaya damga vuracağını ve bir çok felsefi alanda didik didik incelenip, bir çok hayat sekmesinde öncü olarak dikkate alınacağını biliyor muydu, orası muammadır. 19. yüzyılda yaratılmış bir eser yıllarca irdelendi. Beyaz tavşanın peşinden koşturan nice insanoğlu oldu. Olaya basit gözle bakanlar için Alice bir çocuk karakteri, öykü de bir çocuk öyküsüdür. Ama gerçek öyle değildir. Bu öykünün içinde hayatın gizemleri yatar. Seçimlerimiz yatar.Neyi tercih ettiğimiz, hayatımızı nasıl yaşayacağımız, gerçek ile hayal gücü arasında dünyaya nasıl sarılacağımız söz konusudur. Bazılarımız için hayal gücü gerçeğin de ötesidir. Hatta gerçeğin ta kendisidir. Hayallerimizde yaşarız ve gerçekleri yaşayanlardan daha mutluyken buluruz kendimizi. Alice gibi hayallerinin peşinde koşanlar kendi tercihlerini yapmışlardır. İnsanüstü bir yaşam kuyusunun içine düşmüşlerdir.

Aşk hiç ama hiç kolay bir şey değildir. En zor savaşlardan biridir. Alice, Beyaz Tavşan’a nereye gideceğini sorduğunda, Beyaz Tavşan istediği yere gidebileceğini söylemişti. Alice bir türlü emin olamamıştı. Gideceği yer neresiydi? Nereye gitmeliydi? Beyaz Tavşan, bunu kendisinin seçmesi gerektiğini söylemiş ve hangi yolu seçerse seçsin yola devam edeceğini ve gitmesi gereken yere gideceğini söylemişti. Çünkü hangi yolu seçerseniz seçin, ulaşacağınız bir nokta vardır.

Ya da deniz kızı gibi su kabarcıkları arasında kaybolur gidersiniz. Bir hayatı yaşamak, bir aşkı yaşamak bazen denizkızı olmayı gerektirir. Hayatta var olmanıza rağmen aslında yok olmanızı gerektirir. Oradasınızdır ama yoksunuzdur.

Peki bunca kelamı neden ettim? Denizkızı’ndan girip neden Alice’den çıktık? Neden fantastik dünyalara yol aldık ve Denizkızı ile birlikte bilinmeze yol aldık?

Hepsi Secret Garden adı verilen, ölümcül bir Güney Kore dizisi yüzünden.. Kim Joo Won, harika görünüşlü fakat kibirli ve çocukça bir adamdır. Gil Ra-Im ise gözde aktrislerin bile kıskandığı, savaş sanatları bilgisi olan aksiyon filmlerinin dublörü olan bir kızdır. Kim Joo Won bir karun kadar zenginken, Gil Ra-Im tek göz odada yaşayan fakir bir kızdır. Bir gün yolları kesişir bu ikilinin ve hayatları o noktadan sonra eskisi gibi olmayacaktır. Bir savaş başlamıştır. Aşk savaşı ve mücadelesi.. Bir gün tuhaf bir eve girerler. Evdeki yaşlı kadın onlara içmeleri için likör ikram eder. Ertesi gün ikili uyandıklarında, bedenleri ve ruhlarının yer değiştiğini görürler.

Bu ikilinin yaşamları fantastik bir yolculuktur aslında. Aşklarını en güzel ifade edebilecek şey Denizkızı öyküsüdür. Sık sık okudukları “Alice Harikalar Diyarı’nda” eseriyle birbirlerine atıfta bulunurlar yaşamlarında. Bu öyle zor bir aşk öyküsüdür ki, birinin su kabarcıkları gibi patlayıp yok olması gerekebilir. Zor bir yaşam yaşaması gerekebilir. Bu iki harika öyküye atıfta bulunan dizi, bu muhteşem fantastik dokumalarını insanüstü yoğun ve duygusal müziklerle birleştirdiğinde şu an yaşadığınız hayattan kopup gittiğinizi görüyorsunuz. Aslında bu diziyi izleyenlerin her biri Alice’dir. Alice gibi kuyuya düşmüş ve hayallerinde yaşamaya başlamıştır. Bu diziye gömüldüğümde derin kuyuya düşüyor ve hayallerin içindeki gerçekliklere ulaşıyorum. İnanılmaz mutlu oluyorum. Vurucu sahnelerde hemen araya giren o müziklerle ise neye uğradığımı şaşırıyorum. Karakterler güldüğünde gülüyor, ağladığında ağlıyorum. Saflığın ve masumiyetin dokunuşlarını duyumsuyorum; alnımda, kalbimde ve beynimde. Dizinin çekildiği bazı mekanların cennet dokumaları tadında olması vurucu bir etkide bulunuyor. Tıpkı Alice’in yolunu kaybettiği orman gibi.. Hiç bitmesin istiyor insan. Bu öykü hiç bitmesin istiyor..

Dizinin müzikleri için sayfalar dolusu yazmak lazım. Bunca duygu yoğunluğunu bu kadar birebir kapsayan ve cuk diye oturan nadide şaheserleri yazabilmek insanüstü bir ruh hali olsa gerek. Hiç tarzım olmamasına rağmen bu müzikleri o sahnelerle izlediğimde gözyaşlarıma hakim olamadım.

20 bölümlük dizi, özellikle onlu bölümlere geldiğinde dayanılmaz bir ruha haline bürünüyor. O bölüme kadar sürekli gülen, eğlenen, kopan sizler, büyük bir duygusal fırtına ve hayaller dünyasında koşturmaya başlıyorsunuz. Kaldıramıyorsunuz. O yoğunluğu kaldıramıyorsunuz..

Güney Kore görsel sanatında ince bir nüans var. Büyük bir masumiyet ve saflık var. Müthiş bir oyunculuk var. Onlu bölümlere geldiğinde her bölümüyle “A Moment to Remember” tadını almaya başlıyorsunuz. Misal bu filmi dış mihraklar yapsa aynı etkiyi alamazsanız. Bu Güney Korelilerin DNA’sına nüfuz etmiş hastalıklı bir ruh hali olsa gerek. Bu DNA yapısı size evriliyor. Sanat denen şey budur diyorsunuz..

Kim Denizkızı olacaktır? Kim Joo Won mu, Gil Ra-Im mi?

Dizi boyunca iki ana karakterin birbirlerine atıfta bulunduğu ve aşklarını ifade ettikleri Denizkızı öyküsü nedir peki?

Denizkızının, su kabarcıklarından biri olup ölmemesi için ya prensin ya da denizkızının ölmesi gerekiyor. Büyücü bir hançer verip güneş doğmadan önce prensin kalbine saplamasını söyler: “Kanı senin ayaklarını ıslatınca tekrar denizkızı olabileceksin. Köpük haline gelmeden üç yüz yıl yaşayacaksın. Aman acele et! Gün doğmadan önce ikinizden birinin ölmesi gerek.”

Küçük deniz kızı prensi alnından öper. Önce hançere, sonra prense bakar. Kıyamaz. Derken vakit dolar. Birden kızın elindeki hançer titremeye başlar. Hançeri hızla, uzaklara, dalgalara doğru fırlatır.

Güneş ışınları dalgaları aydınlatıyordur. Vücudu hemen eriyiverir. Köpük haline gelir. Köpükler üzerindeki, minik baloncuklardan biridir artık. Bütün baloncuklar havada uçuşuyordur.

Küçük deniz kızı yükseğe, hep daha yükseğe çıkar. Köpükten ve diğer baloncuklardan uzaklaşır.

-“Nereye gideceğim şimdi?” diye sorar, kendi kendine.

-“Gök kızlarının yanına”, der baloncuklardan biri. “Gök kızlarının yanında üç yüz yıl insanlar için iyilik yapabilirsen tekrar insan olabilirsin.”

Gök kızlarının yanına doğru yükselirken doya doya ağlar. Prense son kez bakıp gülümser. Diğer baloncuklarla birlikte, geminin üstünden geçen bulutlara doğru hızla yükselip kaybolurlar.

Hayat gizemli bahçede kaybolmak gibi değil midir zaten? Bu dizi belki de dünyanın en iyi dramalarından biri. Beni Six Feet Under kadar yerin dibine gömmüş bir mükemmellik..

Ve işte dizinin o ölümcül parçaları.. Hiç tarzım olmamasına rağmen beni yıkan bu parçaları, dizinin yoğunluğuna bağlamak lazım..

10 Nisan 2011 Pazar

The Chaser (Chugyeogja) 2008



Filmin Adı: The Chaser 
Orjinal Adı: Chugyeogja
IMDB Puanı: 7,9
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt1190539/
Yönetmen: Hong-jin Na
Yıl:2008
Ülke: Güney Kore
Tür:  Dram, Polisiye, Gerilim
Torrent: http://torrentz.eu/search?f=the+chaser




Uzun zamandır izlemek istediğim ama bir türlü zaman bulamadığım film idi ''The Chaser''.Ankara ziyaretimde Atilla abi ile bu filmi açtık ve anında ikimiz de ekrana kilitlendik.Öyle ki filmin ne kadar uzun olduğu hiç umrunuzda olmuyor, hikaye o kadar akıcı ki her dakika merak duygusunu da pompaladıkça pompalıyor.Sürekli ''oha, yuh, vay şerefsiz, ulan şu o.ç. bir yakalayamadılar, laayynnnnn arkana bak, dikkat et'' şeklinde geçti 125 dakikamız.



Yine filmden kısaca bahsedecek olursak eski polis memuru Joong ho, yeni yaşamında kadın satıcısı olmuştur ve onun için en önemli şey yalnızca paradır.Son aylarda kendisine bağlı tele kızlar yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır.Son olarak yine bir kızın kaybolması ile bu duruma iyice sinirlenir ve bu işin peşine düşer.Aklında kızlarını birinin kaçırdığı ve onları sattığı fikri vardır fakat olayın içerisine girdiğinde bambaşka durumlarla karşılaşır.Kaybolan kızlarla bağlantılı bir isim bulur ve kendisini bir çıkmazın içine sokar.

Filmde sağlam bir şekilde Güney Kore hükümetine, polisine, adalet sistemine çok iyi göndermeler var.Özellikle polisin göstermiş olduğu duyarsızlığın, sorumsuzluğun  bir çok cana mal olacağını film gözümüze sokuyor.Para'dan daha önemli şeylerin de olduğunu, insan hayatının bu kadar ucuz olmaması gerektiği filmde altı çizili olan noktalar.Bu arada Güney Kore'de bir dönem gerçekleşen Tele kız cinayetlerinden etkilenilerek bu film çekilmiş.



Bu türde, Memories of a Murder filminden sonra favori olarak gösterilmesi de filmin başarısını kanıtlıyor.Bu arada klasik ''katil kim?'' sorusunu sorgulamıyoruz bu filmde.Katil'in kim olduğu zaten belli.Filmdeki ana fikir katil'in katil olduğunun ispatlanması ve de Güney Kore adalet sistemine kanıt sunulmasının önemli olması ki katil'in işlediği suçları itiraf etmesi bile bir kanıt değilken...


Benim puanım 8/10.
İyi Seyirler.

7 Nisan 2011 Perşembe

Neden Kore Sineması?

Hollywood yapımlarının sıradanlığından, tekdüzeliğinden, monotonluğundan sanırım artık tüm dünya sinemaseverleri sıkıldı. Kahraman NewYork polisleri, 10 kişilik ekiple ülke kuşatan rambo bozması fedakar, kaslı ve yakışıklı Amerikan askerleri …

Bu filmlerde ne hikmettir bilinmez bütün ufolar nevada çölüne düşer, her meteor amerikayı vurur, amerikalılar büyük bir cesaretle yüksek teknolojilerini de kullanıp uzaya mekik gonderir ve meteoru imha eder, işler ters gitse bile “Bunu tüm insanlık için yapmalıyız haydi ya Allah” nidalarıyla mekiğin direksiyonunu meteorun üstüne kırar :) Aslında benzer çok şey yazılabilir bu saçmalıklar hiç bitmez..

İnsanların bilinçaltında aslında hiçbir zaman varolmayan bir “Amerikan Rüyası” vardır. Bunun nedenide kesinlikle amerikan propagandasını yapan amerikan filmleridir. Nedir amerikan rüyası ? yada biliçaltımızda neler var?

Her amerikalının müstakil evlerde yaşadığı ailenin anne baba çocuklar ve ev köpeğinden oluştuğu, sokaklarda hep çıtır insanların gezindiği, herkesin zayıf olduğu, paraların bolca bulunduğunu düşündürten saçmalıklar silsilesi...
Plajlarda paten kayan güzel genç kızlar,genç ve güzel/yakışıklı doktorlar, avukatlar, öğretmenler, öğrenciler aşşağılık zenciler vs gibi hiçbir zaman var olmamış bir ütopya...

Hele hele özellikle son yıllarda oscar ödüllerindeki yahudi kayırmaları; “ezilmiş, hor görülmüş, soykırıma uğramış israil ırkı” temaları hollywood yapımı filmlerden sinemaseverleri soğutmaya yeterli olmuştur sanırım..

Amerikayı ve hollywood’u bu kadar yerden yere vurduktan sonra neden kore sineması diyoruz yada neden böyle bir site açmaya ve paylaşım yapmaya karar verdik sorusuna gelelim.

Yaklaşık 1,5 - 2 yıldır güney kore sinemasını takip eden biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim şu an dünyanın en başarılı özgün içten sinemasını güney koreli yapımcılar ve yönetmenler yapıyor. Jun ji hyun‘un Windstruck‘uyla başlayan güney kore maceramız bizi bu siteyi açmaya kadar getirdi. Sözü daha fazla uzatmiyoruz ve “güney kore rüyası” na hoşgeldiniz diyoruz...
Not:  Bu yazı tarafımca 2009 yılında Koresinemasi.com için yazılmıştır.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Daisy (Deiji) 2006

Filmin Adı: Daisy
Orjinal Adı: Deiji
IMDB Puanı: 7,3
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt0468704/
Yönetmen: Wai-keung Lau
Yıl:2006
Ülke: Güney Kore&Hong Kong
Tür:  Dram, Romantik
Torrent: http://torrentz.eu/3d19d4b0ce359d

cac9262c3ef974603bbda08e6e



Güney Kore'nin dram türünde çok güzel ve özel filmlerinin olduğunu sanırım bilmeyen yoktur.Tavsiye üzerine kısa zaman önce izlediğim ve hayran kaldığım bu film ile ilgili bir kaç kelam edelim, izninizle.

Film hakkında kısaca bilgi verecek olursam; Başrol oyuncularımızdan biri olan Hye-Young, Amsterdam'da yaşayan, geçimini şehrin meydan'ında resim yaparak ve kendi tablolarını satarak kazanmaktadır.Diğer başrol oyuncumuz Park Yi (Woo sung-Jung) ise uyuşturucu ticareti yapan bir mafya'nın kiralık katilidir.Park Yi bir gün papatya tarlasında resim yaparken gördüğü Hye-Young'a aşık olur ve kendisini takip ederek resim yaptığı meydan'ın karşısında bir daire kiralayarak her gün kendisini izlemekte ve de çalıştığı yere her gün papatya bırakmaktadır.Bu arada bir türlü kendisini gösterme cesareti bulamaz.Hye- Young ise her gün karşılaştığı bu manzara ile sevinmekte ve de bu esrarengiz kişiye git gide aşık olmaktadır.

Hye young bir gün meydanda elinde papatya olan bir adam görür ve tesadüf eseri 4.15'te orada bulunan adam'ı (bu arada çiçekler her gün 4.15'te bırakılmakta) gizemli kişi zanneder.Halbuki adam Interpol adına çalışan ve uyuşturucu mafyasının peşinde olan bir polistir.Meydan'daki tanışma sonrasında polis'te Hye Yong'a aşık olur.Fakat bu üçlü için zorlu bir süreç başlamış, içinden çıkılması zor bir dönemece sokmuştur.

Bu filmde hayranlık uyandıracak noktalar öykünün Amsterdam'da geçiyor olması. Özellikle yönetmen çekimleri büyük bir titizlikle tamamlamış.Seçilen mekanlar, özellikle açık alanlar (papatya tarlası, Haarlem meydanı gibi), Müzikler, Aşk'ın yine en saf hali ve tabii ki başroldeki iki isim.


Yine aşkın, umudun, beklemenin en güzel anlatıldığı filmlerden biri ''Daisy''. Başroldeki kızın masumiyeti,  Woo- Sung Jung'un büründüğü katil profili'nin ardında yatan ''beyaz atlı prens'' gerçeği.Filmin sonlarına doğru göreceksiniz bu aşk üçgeninde iyi-kötü rolleri epey değişiyor.Şaşırtan ve sevilen kısmı da bu sanırım.''Klasik'' bitmemesi.

Benim puanım 8/10.

İyi Seyirler.