Komedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Komedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Haziran 2011 Pazar

A Barefoot Dream (2010)

450 yıldan fazla süre, Doğu Timor Portekiz sömürgesiydi. 1975'de, bağımsızlıklarını kazanmalarından 9 gün sonra, Endonezya adayı... ...işgal etti ve 60.000 kişi öldü. 24 yıllık işgal sürecinde, halkın çeyreği, yani 200.000 kişi öldü. 1999'da, uluslararası örgütlerin bastırmasıyla... ...Endonezya adadan çekildi. Ancak, Endonezyalı milislerin bağımsızlık karşıtı savaşları yüzünden... ...binlerce insan öldü. Daha fazlası da evlerini kaybetti. 2002'de Doğu Timor sonunda bağımsız oldu. Ancak kin ve çatışmalar hala devam ediyor.

Filmimizde Koreli aktörler haricinde, geriye kalan tüm oyuncular acemidir.
Filmimiz Koreli bir antrenörünün ve Doğu Timor'daki oyuncularından esinlenerek hazırlanmıştır.

Kim Won-gwang para kazanmak için borç alıp Endenzoyada bir fabrika kurmuş olmasına rağmen kandırılmış ve iflas etmiştir. Yeni bir iş için Doğu Timora giden Kim Won-gwang kandırılman eşiğinden Kore büyük elçiliğinde çalışan Park kurtarmıştır. Büyük umutlarla gelen Kim Won-gwang hayal kırıklığına uğramış olmasına rağmen boş bir arsada yalın ayak futbol oynıyan
çocukların maçını seyretmeye başlar ve aklına bir fikir gelir. Bu fikir Spor ürünlerinin satıldığı bir dükkan açmaktır. Lakin unuttuğu birşey var halkın bir ekmek bile almaya gücü yokken,

pahalı malzemeleri nasıl satın alabileceği? Günde bir dolar karşılığında oyunculara ayakabı satmayı planlar. Tekrar hayal kırıklığına uğrayan Kim Won-gwang bu seferki amacı Ramos, Mottavio, Dooa  ve diğerlerini aynı takımda hazırlayıp Hiroşima'daki 30. Rivelino Kupasında oynatmaktır.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Kikujirô no natsu (1999)

İzleme ve indirme bağlantısı.

"Yaz gelmiştir ve küçük Masao’nun oyun oynayacak kimsesi yoktur etrafında. Kikujiro, saygısız, kalabalık ağızlı, küstah ve hep kolay para kazanmanın peşinde olan biri olarak sadece Masao için değil herkes için pek iyi bir arkadaş seçimi değil. Ancak Kikujiro bu 9 yaşındaki çocukla yakınlaşıyor ve onun hiç tanımadığı annesini aramasına yardımcı oluyor. Ve bazen hayatınızda nerede yanlış yaptığınızı günün birinde karşınıza çıkan bir çocuk gösterebiliyor. “Kikujiro” işte bunun hikayesi…"
"Kikujirô No Natsu” filmini July’ın tavsiyesiyle seyretmiştim ve Kitano’ya bir kez daha hayran kalmışlığı hatırlıyorum.
Filmimiz; Ağzı bozuk, küstah bir adam ve annesini görmek isteyen masum bir çocuğun yolculuğunu sade bir dille izleyicilere aktarıp kendilerine pay çıkarmak için kurgulanmış. Filmi izlerken Kikujiro mu çocuk yoksa Masa mu? diye sorar oldum kendime. Filmde başından itibaren öyle etkileyici bir müzik seçilmiş ki insan dinlemekten alıkoyamıyor kendini.(Joe Hisaishi ustalığı)

Kikujiro için diyebileceklerim;
kabadayı, aylak, sert biri olarak gözüksede Maso kadar çocuk olduğudur.
Maso için diyebileceklerim;
saf, akıllı sevecen bir çocuk.
Ah birde 3 tane arkadaşımız daha var bu yolculukta… Neredeyse unutuyordum onları :)
Bay iyi adam (yazar), ahtapot (kel) ve şişko.
Son olarak yazmak istediğim cümle; "Bu bir Takeshi Kitano filmidir."

28 Nisan 2011 Perşembe

Monday


Derin uykudasınız. Gözlerinizi aniden açıyorsunuz. Kendinizi oldukça yabancı bir yerde buluyorsunuz. Duvarlara, odaya, sağınıza ve solunuza bakıyorsunuz. Sizin odanız değildir burası. Bir otel odasındasınız. Buraya nasıl geldiğinizi hatırlamıyorsunuz. Ne işim var burada diye aklınızı yiyorsunuz. Hatırlamaya çalışırsınız. Zorlarsınız kendinizi. Ve hatıralar yavaş yavaş belirmeye başlar.

Bir cenaze merasimindesiniz. Tek tip kıyafetler. Aynı sessizlik. Aynı tavır ve duruşlar. Toplumun aynası koyulmuştur sanki karşımıza. Bakarız usul usul. Tek kelime bile edilmiyor. Tabut hemen önünüzde. Uzun süren bir sessizlik. Nihayet aralarında biri konuşur: “Bu ne kadar güzel bir resim! Su gibi!” Resmi görürsünüz. Ölünün resmini. Herkes hayran hayran bakar. Özellikle erkekler. Ölen kişi oldukça temiz suratlı ve kız gibi güzel bir erkektir. Erkeklerin benliğini sorgularsınız. Öyle hayranlıkla bakmaktadırlar ki, bir an seksüel durumlarını aynı cinselliğe yontmak istersiniz.

Ve aralarında biri tabutun yanlış durduğunu, başının kuzeye bakması gerektiğini söyler. Herkes el atarak tabutun yerini değiştirir. Ölünün başı artık kuzeye bakmaktadır. Bir telefon gelir. Doktorun birinden. Ölünün doktorundan. Ölünün kalp pili olduğunu ve yakılmadan önce kalbindeki kablolardan kırmızı olanının kesilmesi gerektiğini söyler. Cenaze ahalisi el atar olaya. Kalp bölgesindeki dikişler yavaşça sökülür. Kablolar açığa çıkar. İkisi de kırmızı olan kablolar. Hangisi daha kırmızıdır ve hangisi kesilmelidir? Kesilir biri. Ve ceset patlar. Dağılır o güzel beden.. O güzel yüz.. Erkekleri kendisine hayran bırakan o erkek yüz..

Tekrar otel odasındayız. Evet. Yavaş yavaş belirmeye başlamıştır anılar. Bu daracık odaya nasıl geldiğini anılar belirdikçe anlamaya başlayacaktır.

Sevgilisiyle buluşur. O gün kötü bir gündür. Bir ceset patlamıştır. Kabloyu kesen el ona aitti. Sevgiliye bu durum anlatılmak istenir. Sevgili oralı bile değildir. Sürekli keser lafını. Böler anlatmak istediği şeyleri. Boş konuşan ve karşıdakini dinlemeyen saygısızın teki bir sevgilidir. Konuşur da konuşur. Nihayetinde sen ne diyecektin der. Adam anlatmaya çalışır. Ama gülmekten doğru düzgün anlatamaz. Bugün gittiği cenazede cesedin patladığını anlatmaya çalışırken gülme krizine girer. Sevgili alıp başını gider.

Yine otel odasındasınız. Anılar iyice belirginleşmeye başlar. Terlemeye başlarsınız.

Bir bardasınız. İçiyorsunuz. Önünüzde misketimsi bilyeler. Kendi kendinize oynuyorsunuz. Yanınızda bir falcı. Hayat çizginize bakmak ister. Hayat çizginize bakarken deli gibi gülmeye başlar. Siz de onunla birlikte gülmeye başlarsınız. Hayat çizgisini anlatmak isteyen falcı, kelimeleri boca etmek ister ama girdiği gülme krizi engeller bunu. Bardaki herkes de sizinle birlikte gülmeye başlar. Nihayet birkaç kelam edebilir. “Muhteşem bir hatunla tanışacaksın. Beyaz renkler içinde.” Eliniz bilyeye çarpar. Barın uzun masası boyunca yavaş yavaş ilerlemeye başlar. Hiç kimse durdurmaz bilyeyi. Ta ki bilye masadan düşmek üzereyken kırmızı ojeli bir parmak onu durdurana kadar. Yüzünü görürsünüz. Beyazlar içerisinde harika bir hatun!

Otel odasında şaşkınlık içerisindesiniz. Devam eder hatıralar..

Barda tuvalete gidersiniz. Döndüğünüzde tuvalete gitmeden önce orada olmayan insan yığınını görürsünüz. Yakuza mafyası.. Şef seni gözüne kestirir. Erkek adamın içeceğini söyler ve içmeye başlarsınız. Beyazlı muhteşem hatun şefin yanındadır. Hatun sigarayı içki bardağına atar. İçinde sigaranın olduğu içkiyi bir çırpıda içer ve sigarayı da yersiniz. Şef bayılır size. Adamımsın der ve alır götürür seni mekanına.


Mekanında tüm kalabalık seni izlerken müzik eşliğinde çılgın gibi dans edersin. Tüm gözler sana kilitlenmiştir. Bir elinde içki şişesi, beyninde çılgınlık. Şefin yanındaki beyazlı hatunu şefin yanından alır, şehvetli bir dans tutturursunuz. Şef çılgınlar gibi alkışlar. “Adamımsın sen benim. Gel benimle,” der. O bunları derken kadının bedeninde oynaşmaktadır eliniz. Kadın kendinden geçmiştir ve şef oralı bile değildir.


Sıradan bir pazarlamacısınız. Çocuk oyuncakları pazarlamaktasınız. Şef sizi uyuşturucu satıcısı yapmak ister. Kabul etmezsiniz. Tartışırken dolaplardan biri açılır. Pompalı tüfek ile karşı karşıya kalırsınız. İşini bitirirsiniz oracıkta.

Otel odasındasınız. Gözlerinize inanamazsınız. Hayır olamaz bu dersiniz. Bunlar bir hayal, bu bir rüya dersiniz. Gazeteyi alırsınız elinize. Pazartesidir. Hangi ara bu kadar zaman geçmiştir. Televizyonu açarsınız. Ülke çalkalanmaktadır. Sizden bahsedilmektedir. Elinizde pompalı tüfekle bir çok can almışsınız. Aslında kötüleri bitirmiş, iyilere, masumlara yardımcı olmuşsunuz. Kimisi sizi adaletin dağıtıcısı olarak görmüş, kimisi bir katil.


Gerçek gücün nerede olduğuna dair değişmeyen bir gerçek vardır. Gerçek güç insanoğlunun içinde mi, yoksa eline aldığı silahta mı? Elinizde silah yokken herkes ezmiştir sizi. Size onca hakaret edilmiştir. Hiçbir şey söyleyememişsinizdir. Hakkınızı hiç koruyamamışsınızdır. Sessiz, kendi kabında, saftirik bir rol benimsemişsinizdir yıllar boyu. Ama sarhoş olup elinize silahı aldığınızda Mr. Hyde’a dönüşmüşken bulursunuz kendinizi.

Adaleti sağlayan nedir? Kanunlar mı, yoksa kanunların uygulanmasını sağlayan silahlar mı? Sizi adamdan saymayan çok güçlüler bile, sizi karşısında silah ile görünce tam bir yalakanız haline dönüşmüştür. İnsanları en karaktersiz ve yalaka hale büründüren şeylerden biri ölüm korkusu mudur? Yoksa daha çok yaşama isteği mi?

Hayatın kendisi bir kara komedi aslında. Elinden silahı attığında sevgiyi ve şefkati hatırlayan, ama eline silahı aldığında Mr. Hyde’a dönüşen bir toplum ve ruh hali.

Bence siz ne yapın ne edin, bunun görsel halini bir de Hiroyuki Tanaka’nın ‘Monday’ ( http://www.imdb.com/title/tt0239655/ ) isimli şaheserinde takip edin. Bir toplumun ne kadar kendinden geçebileceğini ve insanın olduğu her yerde muhakkak zaafların, hataların, kusurların olacağını görün. Sevgi oralarda bir yerlerdeyse asıl güç nerededir? Ya silahlar?

20 Nisan 2011 Çarşamba

Finding Mr. Destiny ( Kim Jong-ok Chatgi ) 2010



Filmin Adı: Finding Mr. Destiny
Orjinal Adı: Kim Jong-ok Chatgi
IMDB Puanı: 6,1
IMDB Linki: http://www.imdb.com/title/tt1826714/
Yönetmen: Yu-jeong Jang
Yıl:2010
Ülke: Güney Kore
Tür:  Dram, Romantik Komedi







Yine 2010 yapımı güzel bir film tavsiyesi ile devam ediyoruz.


İzlemek ve indirmek için linkini google'da kolayca bulabileceğiniz film hakkında biraz bilgi verelim.


Başrol oyuncumuz olan sevimli mi sevimli Seo Ji Woo, geçmiş dönemlerde yaptığı bir Hindistan gezisi sırasında kendisi gibi güney kore'li olan Kim Jong-Ok ile tanışır ve Hindistan'daki günlerini kendisi ile geçirerek, aşık olur.Yıllar sonra bile bu yaşadığı günleri ve Kim Jong-Ok'u unutamaz.




Bu arada girişimci bir genç tarafından ''Finding Your First True Love Company'' adında bir şirket kurulur ve amaç herkesin yıllar önce yaşadığı, izini kaybettiği aşkları bulmaya yöneliktir.


Seo Ji Woo babası tarafından bu firmaya yönlendirilerek, kendisi istemese de ilk aşkını bulmak için zorlanır.İlk aşkını bulabilmek için ufak tefek tüm ip uçlarından yola çıkarak hemen hemen tüm Güney Kore'yi bu şirketin kurucusu olan genç ile dolaşmaya başlarlar.Bu arada bu yolculukta ikili arasında da bir etkileşim söz konusudur.


Çok tatlı, sıcak ve samimi olan bu filmde sıkılmanız söz konusu bile değil.Çok renkli ve canlı sahneler var.Müzikal görüntüleri, Hindistan güncesi vb. sahneler oldukça başarılı.




Dipnot olarak bu film 2006 yılında Güney Kore'de gösterilmeye başlanan ve başarılı olan Kim Jong-Ok Chatgi müzikalinin sinema uyarlaması imiş.


Benim puanım 7/10.


İyi Seyirler.

18 Nisan 2011 Pazartesi

The Ramen Girl


Hayatta karşımıza her zaman sorunlar çıkar. Bu hayata bir kere gelmişsek eğer; benliğimizi bulduğumuzda, ellerimiz cebimizde hayat basamaklarını çıkamayacağımızı deneyimlerimizle öğreniriz. Hayatın karşımıza çıkardığı sorunların bir son bulması mümkün değil. Hal böyle olunca insanoğlunun her türlü şartlara karşı göstereceği direnç ve sağlayacağı uyum devreye girer. Eğer insanın ruhunda inatçılık ve savaşçılık varsa, her ortama, her soruna direnç gösterir ve uyum sağlar. Ruhunda inatçılık ve savaşçılığın gram ağırlığı yoksa, hadi geçmiş olsun.

İnsanoğlu karşısına bir yol çıktığı zaman bunu nasıl karşılar? Durumun genel perspektifini çıkararak olayın tekniğini kapmaya mı çalışır, yoksa inat ettiği o işin ruhunu kapmaya mı? Görüntü ve teknik belki önemlidir ama o işin içinde yürekten gelen bir dokunuş, iç sesten gelen bir hamur yoksa ortaya çıkacak şey sıradan bir şeydir.

Sevgilisi yüzünden Japonya’ya giden Abby’nin başından geçenler o kadar kolay olmasa gerek. Sırf bir sevgili yüzünden tüm hayatını değiştirecek bir karar alarak Japonya’ya giderseniz ve sevgili daha birkaç ay olmadan Japonya’dan çıkıp giderse sap gibi kalırsınız bir anda ortada. Ya geri döneceksinizdir, ya yabancı bir ülkenin topraklarında yalnızlık tohumlarını yutkunursunuz gözyaşları içinde ya da bir gün balkonunuzdan bakarken, köhne bir Ramen lokantasının karanlık içindeki o çekici kırmızı ışıklarına ve sıcaklığına şahit olur ve oraya gitmek istersiniz. Gidersiniz de..


İnanılmaz bir sağanak yağmur yağarken Ramen lokantasına girersiniz. Kapatılmıştır aslında. Orta yaşı biraz geçkin karı koca işletmektedir orayı. Size Japonca kapalı olduklarını söylerler. Siz Japonca’nın J’sinden bile anlamamaktasınız. Gözyaşları içerisinde ne kadar yalnız olduğunuzdan, dertlerinizden bahsedersiniz. Söylediğiniz tek kelimeyi bile anlamazlar. Sizler de onların söylediği tek kelimeyi anlamazsınız. Neler söylendiği hiç anlaşılmasa bile bazen beden dili, gözyaşları, o masumiyet bir şeyler anlatır. Sizi deli sansalar bile! Önünüze bir tas ramen koyarlar.

Ramen.. Bir yemek. Makarnanın çorbalısı gibi bir şey. Domuz eti suyuna, soya sosuna veya tavuk eti suyuna yapılan ve bir çok malzeme eklenen makarna yemeği. Rameni silip süpürür kızımız. Hemen karşısındaki kedi heykeli el sallar ona. Gülümser. Gözyaşlarından eser kalmaz.

Ertesi gün tekrar gelir ve orada çalışmak ister. Ramen ustasının öğrencisi olmak istediğini söyler. Usta öyle çok çektirir ki! Başlangıçta ne kadar pis iş varsa yaptırır. Tuvaletten kapkacaklara kadar. Çok gaddar bir ustadır kıza karşı. Ama hepsinin bir nedeni vardır.


Filmin sıcaklıkla beni kavradığını, Brittany Murphy’nin oldukça sevimli oyunculuğuyla beni kendisine aşık ettiğini söylemeliyim. Film boyu usta ne kızın söylediklerinden bir şey anlar, ne de kız ustanın bir şey söylediğinden anlar. Bir taraf sürekli Japonca konuşur, diğer taraf İngilizce. Birbirimizin kelimelerini anlamasak bile sanki bir şeyleri hissederiz. Asıl anlatılmak istenen şeyin ne olduğunu, neleri anlamamız gerektiğini ve duygunun sesinin olduğu yere bakmamız gerektiğini.

Bir insanın güçsüz ve ağlak bir ruh haline sahipken, saçma sapan kararlar almışken, başlangıçta aptal gibi görünürken, savaşçı ve inatçı bir ruha bürünüp, kimsenin o güzelliğiyle tuvalet taşlarında dahi sürünmeyeceği bir ruh halinin her şeye göğüs gererek idealist bir yaşamın kollarına atıldığını görmek nasıl bir etkide bulunabilir iç dünyamıza? Devasa bir güzelliğe rağmen hiç burnu büyük davranmamak, çirkin ve sıradan insana bile büyük bir alçakgönüllülükle yaklaşmak, onlara bile sevgi vermek, koca bir kalbe sahip olmak içimizi sıcak tutan bir olgu.


Görüntüsüyle, o zamana kadar olan yaşantısıyla, başlangıçtaki yumuşaklığı ve ağlaklığıyla Japonya’nın ruh ve karakterine tamamen ters olan bir Amerikalı’nın özünde çok inatçı ve savaşçı bir ruh olarak ortaya çıkması, idealistliğinin peşinden koşturması sonucunda asıl mutluluğu ve huzuru yakalaması ve nihayetinde aslında tam bir Japon ruhuna sahip olduğunu kanıtlaması, insanoğlunun her ortama ayak uydurabileceğinin simgesi. Tabii ki inatçı ve savaşçı olmak koşuluyla..

Yıllar boyu nice Amerikalı'ya Japonlar tarafından Uzakdoğu sporları öğretildi filmlerde. Her seferinde bir intikam mücadelesi vardı. Klişe halini almış bir görüntü. Bu sefer yine bir Japon hoca, Amerikalı bir öğrenci. Ama konu dövüş değil. Ruhunu ortaya koyacağın, insanları tadıyla ağlatacağın bir yemek..

Bazılarına göre belki sıradan bir film, bazıları belki hoşlanmaz bile. Bu bakış açısıyla ilgili. Japon ruhuna karşı bir sevgim olduğu aşikar. Önemli olan hayata dair bir şeyler yakalayabilmek. O samimiyet ve alçakgönüllülük.. İçimizin sesini dinlemek. Bazen öfkeyi, bazen de inatçılığı yakalayabilmek.. Sonuna kadar inatçı olmak.

http://www.imdb.com/title/tt0806165/

Not: Brittany Murphy 20 Aralık 2009 tarihinde 32 yaşındayken kalbindeki rahatsızlık nedeniyle vefat eden bir sanatçı. 1970 doğumlu kocası Simon Monjack ile 1,5 yıl evli kalabilmişlerdi. Ölüm onları ayırmıştı. Ama Monjack de 6 ay sonra 23 Mayıs 2010'da vefat etti. Bu anlamda çok üzücü bir yaşam öyküsüdür Murphy - Monjack birlikteliği..

11 Nisan 2011 Pazartesi

Secret Garden (Sikeurit Gadeun)

Eğilmiş, prensi alnından öpmüş.

Önce hançere, sonra prense bakmış

Birden kızın elindeki hançer titremeye başlamış.

Hançeri dalgalara fırlatmış.

Güneş ışınları denizi aydınlatıyorken

denizkızı kendini sulara bırakmış...

..ve denizkızı, denizdeki

su kabarcıklarından biri olmuş.

Küçük deniz kızı gökyüzüne

doğru çıkıp yok olmuş.

Hayat her yönüyle fena halde savaşa benzer. Mücadeleye benzer. Karun gibi zengin olsanız da, tek göz odada yaşayan fakir bir insan olsanız da bir çok problem yakanızı bırakmaz. Bazen hiçbir şey istediğiniz gibi olmaz. İnsanoğlu seçimleriyle yaşar. Önünüzdeki seçimlerden birini seçmeniz demek, diğer tüm seçenekleri öldürmeniz demek. Tek vuruşluk bir haktır bu ve bu yönüyle fena halde ‘golden shoot’a benzer. Tercih edilmeyen seçenekler için son vuruşu yapmışsınızdır. Duyumsadığınız sevgi ve aşk da bu problemlerden biridir. Karun gibi zengin olmanız, delicesine bağlandığınız fakir bir insana sorunsuz sahip olabilmenizi sağlamaz.

Lewis Carroll, Alice ve beyaz tavşan karakterini yarattığında, eserinin dünyaya damga vuracağını ve bir çok felsefi alanda didik didik incelenip, bir çok hayat sekmesinde öncü olarak dikkate alınacağını biliyor muydu, orası muammadır. 19. yüzyılda yaratılmış bir eser yıllarca irdelendi. Beyaz tavşanın peşinden koşturan nice insanoğlu oldu. Olaya basit gözle bakanlar için Alice bir çocuk karakteri, öykü de bir çocuk öyküsüdür. Ama gerçek öyle değildir. Bu öykünün içinde hayatın gizemleri yatar. Seçimlerimiz yatar.Neyi tercih ettiğimiz, hayatımızı nasıl yaşayacağımız, gerçek ile hayal gücü arasında dünyaya nasıl sarılacağımız söz konusudur. Bazılarımız için hayal gücü gerçeğin de ötesidir. Hatta gerçeğin ta kendisidir. Hayallerimizde yaşarız ve gerçekleri yaşayanlardan daha mutluyken buluruz kendimizi. Alice gibi hayallerinin peşinde koşanlar kendi tercihlerini yapmışlardır. İnsanüstü bir yaşam kuyusunun içine düşmüşlerdir.

Aşk hiç ama hiç kolay bir şey değildir. En zor savaşlardan biridir. Alice, Beyaz Tavşan’a nereye gideceğini sorduğunda, Beyaz Tavşan istediği yere gidebileceğini söylemişti. Alice bir türlü emin olamamıştı. Gideceği yer neresiydi? Nereye gitmeliydi? Beyaz Tavşan, bunu kendisinin seçmesi gerektiğini söylemiş ve hangi yolu seçerse seçsin yola devam edeceğini ve gitmesi gereken yere gideceğini söylemişti. Çünkü hangi yolu seçerseniz seçin, ulaşacağınız bir nokta vardır.

Ya da deniz kızı gibi su kabarcıkları arasında kaybolur gidersiniz. Bir hayatı yaşamak, bir aşkı yaşamak bazen denizkızı olmayı gerektirir. Hayatta var olmanıza rağmen aslında yok olmanızı gerektirir. Oradasınızdır ama yoksunuzdur.

Peki bunca kelamı neden ettim? Denizkızı’ndan girip neden Alice’den çıktık? Neden fantastik dünyalara yol aldık ve Denizkızı ile birlikte bilinmeze yol aldık?

Hepsi Secret Garden adı verilen, ölümcül bir Güney Kore dizisi yüzünden.. Kim Joo Won, harika görünüşlü fakat kibirli ve çocukça bir adamdır. Gil Ra-Im ise gözde aktrislerin bile kıskandığı, savaş sanatları bilgisi olan aksiyon filmlerinin dublörü olan bir kızdır. Kim Joo Won bir karun kadar zenginken, Gil Ra-Im tek göz odada yaşayan fakir bir kızdır. Bir gün yolları kesişir bu ikilinin ve hayatları o noktadan sonra eskisi gibi olmayacaktır. Bir savaş başlamıştır. Aşk savaşı ve mücadelesi.. Bir gün tuhaf bir eve girerler. Evdeki yaşlı kadın onlara içmeleri için likör ikram eder. Ertesi gün ikili uyandıklarında, bedenleri ve ruhlarının yer değiştiğini görürler.

Bu ikilinin yaşamları fantastik bir yolculuktur aslında. Aşklarını en güzel ifade edebilecek şey Denizkızı öyküsüdür. Sık sık okudukları “Alice Harikalar Diyarı’nda” eseriyle birbirlerine atıfta bulunurlar yaşamlarında. Bu öyle zor bir aşk öyküsüdür ki, birinin su kabarcıkları gibi patlayıp yok olması gerekebilir. Zor bir yaşam yaşaması gerekebilir. Bu iki harika öyküye atıfta bulunan dizi, bu muhteşem fantastik dokumalarını insanüstü yoğun ve duygusal müziklerle birleştirdiğinde şu an yaşadığınız hayattan kopup gittiğinizi görüyorsunuz. Aslında bu diziyi izleyenlerin her biri Alice’dir. Alice gibi kuyuya düşmüş ve hayallerinde yaşamaya başlamıştır. Bu diziye gömüldüğümde derin kuyuya düşüyor ve hayallerin içindeki gerçekliklere ulaşıyorum. İnanılmaz mutlu oluyorum. Vurucu sahnelerde hemen araya giren o müziklerle ise neye uğradığımı şaşırıyorum. Karakterler güldüğünde gülüyor, ağladığında ağlıyorum. Saflığın ve masumiyetin dokunuşlarını duyumsuyorum; alnımda, kalbimde ve beynimde. Dizinin çekildiği bazı mekanların cennet dokumaları tadında olması vurucu bir etkide bulunuyor. Tıpkı Alice’in yolunu kaybettiği orman gibi.. Hiç bitmesin istiyor insan. Bu öykü hiç bitmesin istiyor..

Dizinin müzikleri için sayfalar dolusu yazmak lazım. Bunca duygu yoğunluğunu bu kadar birebir kapsayan ve cuk diye oturan nadide şaheserleri yazabilmek insanüstü bir ruh hali olsa gerek. Hiç tarzım olmamasına rağmen bu müzikleri o sahnelerle izlediğimde gözyaşlarıma hakim olamadım.

20 bölümlük dizi, özellikle onlu bölümlere geldiğinde dayanılmaz bir ruha haline bürünüyor. O bölüme kadar sürekli gülen, eğlenen, kopan sizler, büyük bir duygusal fırtına ve hayaller dünyasında koşturmaya başlıyorsunuz. Kaldıramıyorsunuz. O yoğunluğu kaldıramıyorsunuz..

Güney Kore görsel sanatında ince bir nüans var. Büyük bir masumiyet ve saflık var. Müthiş bir oyunculuk var. Onlu bölümlere geldiğinde her bölümüyle “A Moment to Remember” tadını almaya başlıyorsunuz. Misal bu filmi dış mihraklar yapsa aynı etkiyi alamazsanız. Bu Güney Korelilerin DNA’sına nüfuz etmiş hastalıklı bir ruh hali olsa gerek. Bu DNA yapısı size evriliyor. Sanat denen şey budur diyorsunuz..

Kim Denizkızı olacaktır? Kim Joo Won mu, Gil Ra-Im mi?

Dizi boyunca iki ana karakterin birbirlerine atıfta bulunduğu ve aşklarını ifade ettikleri Denizkızı öyküsü nedir peki?

Denizkızının, su kabarcıklarından biri olup ölmemesi için ya prensin ya da denizkızının ölmesi gerekiyor. Büyücü bir hançer verip güneş doğmadan önce prensin kalbine saplamasını söyler: “Kanı senin ayaklarını ıslatınca tekrar denizkızı olabileceksin. Köpük haline gelmeden üç yüz yıl yaşayacaksın. Aman acele et! Gün doğmadan önce ikinizden birinin ölmesi gerek.”

Küçük deniz kızı prensi alnından öper. Önce hançere, sonra prense bakar. Kıyamaz. Derken vakit dolar. Birden kızın elindeki hançer titremeye başlar. Hançeri hızla, uzaklara, dalgalara doğru fırlatır.

Güneş ışınları dalgaları aydınlatıyordur. Vücudu hemen eriyiverir. Köpük haline gelir. Köpükler üzerindeki, minik baloncuklardan biridir artık. Bütün baloncuklar havada uçuşuyordur.

Küçük deniz kızı yükseğe, hep daha yükseğe çıkar. Köpükten ve diğer baloncuklardan uzaklaşır.

-“Nereye gideceğim şimdi?” diye sorar, kendi kendine.

-“Gök kızlarının yanına”, der baloncuklardan biri. “Gök kızlarının yanında üç yüz yıl insanlar için iyilik yapabilirsen tekrar insan olabilirsin.”

Gök kızlarının yanına doğru yükselirken doya doya ağlar. Prense son kez bakıp gülümser. Diğer baloncuklarla birlikte, geminin üstünden geçen bulutlara doğru hızla yükselip kaybolurlar.

Hayat gizemli bahçede kaybolmak gibi değil midir zaten? Bu dizi belki de dünyanın en iyi dramalarından biri. Beni Six Feet Under kadar yerin dibine gömmüş bir mükemmellik..

Ve işte dizinin o ölümcül parçaları.. Hiç tarzım olmamasına rağmen beni yıkan bu parçaları, dizinin yoğunluğuna bağlamak lazım..